Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türklerle ilgili röportajlara devam ediyoruz. Bugün Paris’te yarım asırdır yaşayan nükleer fizik alanında doktora yapmış Mühendis bir kişilik olan Basutçu, çeşitli gazetelerde film ve tiyatro eleştirileri yaptığı yazılarıyla tanınan araştırma ve öğretim yöneticisi gibi unvanları bulunan Mehmet Basutçu, Fransa’daki yarım asırlık yaşantısını özetledi.Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türklerle ilgili röportajlarımıza devam ediyoruz. Bugün, kimya ve nükleer fizik alanlarında doktora yapmış bir mühendis olan Mehmet Basutçu, Fransa’daki yarım asırlık yaşantısını özetliyor.
Mesleki alanında araştırmacı ve eğitim görevlisi olarak çalışmış olan Basutçu, çevirmenlik yapmayı da aktif olarak sürdürmektedir. Ayrıca, 1980 yılından bu yana, Türkiye’de çeşitli gazetelerde çıkan sinema ve tiyatro yazılarıyla da tanınan bir isimdir. Paris’te, Georges Pompidou Kültür Merkezi’nde, 1996 yılında dört ay süren ve 110 filmden oluşan Türk Sineması toplu gösterisinin organizasyonunu gerçekleştirmiştir.
Tansu Sarıtaylı – Mehmet Bey Fransa’ya ne zaman geldiniz ?
Mehmet Basutçu – 50 yılı geçti bile, 53 yıl oluyor. 1971’in eylül ayıydı… Aslında, Fransa’ya İsviçre üzerinden giriş yaptım. Üniversiteye başlamak için geldiğim Besançon kentine Cenevre’den ulaşmak daha kolaydı. Neden Besançon diye sorarsanız, Galatasaray Lisesi mezunu üç sınıf arkadaşı, Fransa’da aynı okulda birlikte eğitim almak istiyorduk ta ondan. (İyi ki de öyle yapmışız.
Fransa’ya özgü yüksek teknik eğitim sürecinin bu ilk ve zor adımını dayanışma içinde birlikte atmasaydık, yeterince başarılı olamayabilirdik) “Maths Sup” (Mathématiques Supérieures) ve “Maths Spé” (Mathématiques Spéciales) adı verilen 2 yıllık bu yoğun eğitim, büyük mühendislik okullarının (grandes écoles scientifiques) sınavlarına hazırlanma sürecidir. Galatasaray Lisesi fen bölümünden mezun olacağımız yıl, hocalarımız bu yolu önerince, Fransa’nın farklı kentlerdeki birçok okula başvurmuştuk. Üçümüzü birden kabul eden tek lise, Besançon’daki Victor Hugo Lisesi olunca orayı seçtik. Lise diyorum, çünkü bu tür hazırlık sınıfları, Fransa’nın hemen hemen her kentinde bulunan büyük liselerde yapılır ve o liselerde yatılı okumak imkanı da vardır. Cenevre üzerinden Besançon’a gelmemin temel nedeni buydu…
Aslında, Fransa’ya gelişim biraz da maceralı oldu; son ana kaldı. Galatasaray Lisesi’nde okurken, notları oldukça iyi olan bir öğrenciydim. Ancak, ilginçtir ki, son sınıfta, sadece Türkçe kompozisyondan, (üstelik öğrenciliğim boyunca ilk kez) ikmale kalmıştım! Herhalde konu dışına taşmış, aykırı bir şeyler yazarak “ukalalık” yapmış olmalıyım ki, kırık not almıştım. Bizim hocamız, sıradışı bir edebiyat öğretmeni olan Tahir Alangu, konuyu genişleten sapmaları sever, hatta yüreklendirirdi. Ancak, öğrencileri tarafından sevilen Alangu’nun güçlü kişiliğinden rahatsız olduğu bilinen meslektaşı Melahat hanımın, klasik edebiyat öğretmeni kimliğiyle sert davrandığı; kompozisyon sınavlarında böyle sağa sola saparak konu dışına taşan çok bilmiş öğrencilere özellikle kırık not verdiği söylenirdi…
Fransa’da okuma planlarımı bozacak nitelikte bir pürüz çıkmıştı karşıma. Besançon’da kabul edildiğim okulda eğitim yılı eylülün ilk haftası başlayacaktı. Lise diplomasını almadan gitmem tabii ki mümkün değildi. Önce bütünleme sınavında başarılı olmam gerekiyordu!… Sonuçta, bu sınavı şansıma 1 Eylül 1971’de düzenlendi de, lise diplomamı hemen alarak, Fransa’daki okula sadece bir hafta gecikmeyle yetişebildim. Cenevre’den trenle geldiğim Besançon garında, derslere daha ilk gün başlayan iki arkadaşım, Mehmet Dinçbaş ve Tarık Yalçın beni karşıladıklarında rahat bir nefes alabilmiştim ancak. Fransa’daki hikayem işte böyle başladı…
Tansu Sarıtaylı – İlk geldiğiniz yıllarda Fransa’yı tanımadığınız için zorlandınız mı?
Mehmet Basutçu – Fransa’ya ilk kez 1970’in yaz tatilinde, Lions kulübün La Baule adlı kıyı kentinde düzenlediği Uluslararası Kültür Merkezi’nde (Centre Culturel International) bir ay geçirmek üzere, davetli olarak gelmiştim. Bu nedenle Fransa’yı biraz tanıma fırsatı bulmuştum… Tabii, bize Galatasaray Lisesi’nde tanıtılan, anlatılan Fransa ile gerçek Fransa arasında çok fark vardı.
Biz sanıyorduk ki, burada herhangi bir kahveye gittiğimizde karşımıza çıkacak genç ya da yaşlı herkesle, Voltaire’den, Molière’den, Rousseau’dan, Albert Camus’den ya da Jean-Paul Sartre’tan söz edebilecek; farklı konularda güzel sohbetler yapabilecek; görüş alışverişinde bulunarak ciddiyetle tartışabilecektik… Ama tabii ki, her ülkede olduğu gibi, bu ülkede de entelektüel diye tanımladığımız insanlar var, bir de sokaktaki çoğunluğu oluşturan normal insanlar. Başka bir deyişle, Fransa’yı gözümüzde büyütmüştük. Bu nedenle, bize aşılanan Fransız kültürünün oldukça vitrinlik, mostralık bir kültür olduğu hemen seziliyordu zaten…
Hepimize yöneltilen klasik bir soru vardır : Neden Fransa’ya geldin? Kısaca, “üniversite eğitimimi yapmak için geldim” demek yerine, biraz muzip ve kışkırtıcı bir ifadeyle, “Je suis un colonisé culturel volontaire!” (Ben, kültürel planda gönüllü olarak sömürgeleştirilmiş bir kişiyim!) diyerek yanıtlarım. Çünkü kendimiz seçtik bir yerde Fransız kültürüyle içli dışlı olmayı. Kendimiz derken, ailelerimiz demek istiyorum tabii ki. Aslında, toplumsal yönlendirmeler demek belki daha doğru. Ancak, hemen altını çizeyim: Galatasaray Lisesi bir papaz okulu değil; ayrıcalıklı, laik bir devlet okuludur. Tabii ki çift kültürlü olarak yetiştik. Temelde Türk idik ve ülkemizde yaşıyorduk ama, 11-12 yaşlarından itibaren dilini konuşmayı öğrendiğimiz Fransız kültürüyle haşır neşir olarak, bir anlamda bu ikinci kültürü ile de benimsedik, içselleştirdik.
Bu nedenle, Fransa’ya yüksek öğrenim için gelmem, doğal bir sürecin uzantısıydı. Ancak, bu sürecin çok farklı boyutları var. Herkesin bir geçmişi, kendine özgü bir tarihi vardır; birtakım olgular, koşullar hatta rastlantılar yaşam çizgimizin belirleyici unsurlarıdır. Ben bugün neden sizin karşınızdayım? Neden Fransa’ya geldim de, Türkiye’de kalmadım? Neden Amerika’ya ya da Almanya’ya gitmedim? Bu tür doğal ve klasik sorulara, bazı rastlantıların yaşamımızdaki belirleyici önemini vurgulayan, ve yine bir tutam “provocateur” (kışkırtıcı) bir yanıt vereceğim. Belki de uygunsuz bir kara mizah eşliğinde, şöyle diyeceğim : “Ben, bir noktada, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1950’ler öncesi iktidar olduğu dönemde hem çok şanslı olan, hem de mağduriyet yaşayan kimi vatandaşlarımızın seçilmemiş temsilcisiyim!”…
Evet, böyle şakayla karışık bir ifade. Neden hem şanslı, hem de mağdur? Nasıl oluyor bu? Oluyor. Çünkü Türkiye, çok iyi biliyoruz ki, tezatları bol bir ülkedir… Şanslı sayılmamın temel nedeni, anne ve babamın Köy Enstitüleri’nde eğitim alma imkanı bulmuş olmaları. Balkanlardan göç ederek kırsal bölgelere yerleşen topraksız köylü dedelerimin, çocuklarını ilkokuldan sonra okutacak imkanları yokmuş. Ne mutludur ki, o çocuklar, 1940’lı yılların başında kurulan Köy Enstitüleri’ne parasız yatılı öğrenci olarak girebilmiş ve bu kendine özgü, devrimci bir yapıya sahip olan yeni öğretmen okullarında çok yönlü, hem pratik hem de teorik eğitim alarak, kendi kültürleri yanında Batı kültürlerine de açılma imkanı bulmuşlar. Annem Balıkesir-Savaştepe, babam da Kırklareli yakınlarındaki Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra, Ankara’da, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde okumaya hak kazanmışlar…
Babam, Hasanoğlan’dan da mezun olup askerliğini yedek subay olarak yapmaya hazırlanırken ilk mağduriyetini yaşamış. Ankara’da öğrenciyken, Kepirtepe’den beri sınıfdaşı olan şair Mehmet Başaran’ın da aralarında bulunduğu birkaç arkadaşıyla beraber kurdukları bir dernek, cadı kazanlarının kaynatılmaya başlandığı o yıllarda (1946/47) olmalı) “sakıncalı” bulunmuş! Bu nedenle, mimlenen o genç öğretmenler, diplomalarını aldıktan, hatta yedek subaylık hizmetlerini yurdun hangi yöresinde yapacaklarını bile öğrendikten sonra, önce askeri güçler tarafından gözaltına alınmışlar; sonra da, yedek subay olma haklarından mahrum edilerek çavuş çıkarılmışlar. Askerliklerini tam üç yıl boyunca sert koşullar altında er olarak yapmak zorunda bırakılmışlar; o kıtadan bu kıtaya gönderilerek, emrinde oldukları komutanların insafsızlığı oranında da eziyet çekmişler…
(Mehmet Başaran, 1961 yılında çıkan “Memetçik Memet” adlı kitabında, bu süreçte yaşadıklarını ayrıntılarıyla kaleme almıştır.) 1945’ten sonra Köy Enstitüleri’nin getirdiği o eğitim seferberliğinin yenilikçi çağdaş rüzgarı, özellikle Anadolu’daki yerleşik yapıyı zorlamış; yarı feodal düzeni biraz değil, bayağı rahatsız etmiştir. Çünkü, köylerde geleneksel olarak imam ve ağanın elinde olan otorite, bu herşeyden anlayan, donanımlı, çalışkan, cumhuriyetçi, laik, kısacası kemalist genç öğretmenlere doğru kaymaya başlamıştır. Üstelik, kendileri de köy çocuğu olan bu heyecanlı gençler, gelip sadece çocuklara okuma yazma öğretmekle kalmamışlar. Kadın öğretmenler yeri geldiğinde ebelik, çocuk bakıcılığı, hemşirelik te yapmışlar. Her biri, hayvanların yeminden, tarlada kullanılacak gübreye kadar farklı konularda köylülere pratik destek vermişler.
Sağlam bina nasıl yapılır, onu bile çok iyi biliyorlarmış; çünkü, savaş yıllarının yoksulluğunda, kendi okullarını kendileri inşa etmişler; yedikleri sebzeleri kendileri, okullarının topraklarında yetiştirmişler; farklı beceriler edinmişler… Örneğin, babam gayet iyi tahta işleri yapacak kadar marangozluk becerisine sahipti. Evimizde, bugün hâlâ ayakta duran masaları, sandalyeleri kendi elleriyle yapmıştı… Sonuç olarak, yerleşik düzenin sürmesini isteyen tutucu kesimlerin rahatsızlığına, yeni kurulan Demokrat Parti de arka çıkınca, Köy Enstitüleri’nden mezun olanlar, 1946’dan itibaren giderek artan baskılarla karşılaşırlar. Annem, bu baskı döneminden, babama oranla çok daha ucuz kurtulmuş.
Çünkü, o dönemde, Hasanoğlan’da eğitim almaya daha yeni başlamış bir öğrencidir annem. Ancak, tutucu çevrelere taviz vermeyi sürdüren CHP hükümeti, yedi yıl önce yaşama geçirdiği Köy Enstitüleri’nde ders verecek öğretmenleri yetiştiren Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü, yani bir eğitim seferberliği olan bu projeyi geliştirecek ana kaynağı, kendi eliyle, 27 Kasım 1947 tarihinde kapatır. [Bu tarih, sonun başlangıcıdır. Son darbe 1954’te, DP hükümeti tarafından vurulur: Köy Enstituleri lağvedilmiş, yani tümden yok edilmiştir] Annem Ankara Kız Teknik Öğretmen Okulu’na transfer edilir ve yüksek eğitim diplomasını bu kurumdan alır. İlerleyen yıllarda, Köy Enstitüleri’nden mezun olanları, ötelemeye ve ezmeye çalışmışlar. Kendi yörelerindeki okullara tayin etmeyip, uzaklara göndererek Anadolu’nun dört yanına dağıtmış; yıldırmaya çalışmışlar…
Giderek artan bu baskılar, enstitülüler arasındaki dayanışmayı geliştirmiş. Babam uzun askerlik döneminden sonra Kütahya Milli Eğitim Müdürlüğü’ne atanmış. Ertesi yıl, annemin ilk tayin yeri Kütahya Lisesi olunca, Hasanoğlan’dan çıkma ortak arkadaşları, “Kütahya’da bizden Halil Basutçu var; çok iyi bir arkadaşımızdır. Biz ona yazdık, gelip seni istasyonda karşılayacak, yerleşmene yardım edecek, destek olacak.. İşte bu baskılar ve rastlantılar zincirinin sonunda dünyaya gelmisim… Özetlersek, Köy Enstitüleri olmasaydı, annemle babamın karşılaşma olasılığı yoktu. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı ya da oralardan diploma alanlar ezilmeseydi, annem ile babamın yollarının kesişme olasılığı çok çok düşük olurdu…
Bu nedenlerle, ben CHP’ye teşekkür mü edeceğim ? Yoksa mağduriyet davası açıp , 1TL sembolik tazminat mi isteyeceğim, bilemiyorum !… Her neyse, bu başlangıçtan sonra, benim sinema ve tiyatro merakımın kökenlerinde de, Köy Enstitüleri’nin bulunduğunu söylemeliyim. Çünkü o ruhun mirasçısıyım… Enstitülerde tarlada, inşaatta, marangozhane de çalışan ya da toprağı işleyen öğrencilere, halk türkülerinden Batı klasiklerine kadar farklı müzikler dinletmişler; mandolin çalmayı öğretmişler ; tiyatroya, sinemaya götürmüşler; edebiyat klasiklerini tanıtmışlar, Voltaire, Rousseau, Goethe, Dante okutmuşlar, Yunan mitolijisiyle tanıştırmışlar…
Sonuç, ben daha ilkokuldayken her pazar günü sinemaya giderdik. İstanbul’a geldiğimizde tiyatro izler, konsere giderdik. Ben ilkokuldayken Tekirdağ’da oturuyorduk. Annemle babam, arada sırada, hafta sonları, hatta içinde bile, kafadan genç öğretmen arkadaşlarıyla küçük bir grup oluşturur ; bir minibüs kiralayarak günü birliğine İstanbul’a gidip bir oyun izler arkasından da bir yerde yemek yer, ya da yahut işkembe çorbası içer, gece saat 3’e doğru Tekirdağ’a dönerlerdi. Birkaç kez beni de götürmüşlerdi. Çok hoşuma giderfi bu kültürel yolculuklar. Yaşıma uygun uygun bir gösteri olmadığı için götürmediklerinde çok üzülür, tepinip dururdum. Hasta olurdum…
Mesela, operaya ilk kez 11 yaşındayken gittim. Talihsizlik, Georges Bizet’nin “Carmen”ini Tepebaşı tiyatrosunda izleyeceğimiz 23 Kasım 1963 cumartesi günü, bizim hükümet kalkıp ulusal yas ilan etmesin mi! Ne olmuş ? Bir gün önce, muttefiğimiz ABD Başkanı J. F. Kennedy suikaste kurban gitmiş te ondan! Tam iki ay beklemem gerekti “Carmen”i izleyip dinleyebilmek için. Çok kızmıştım… Bugün Donald Trump öldürülse, Türkiye’de kaç gün yas ilan edilir acaba ? Bilinmez. Kimi ülkelerdeyse, resmi ya da gayri resmi bayram edilir kuşkusuz…
Tansu Sarıtaylı – İlk geldiğiniz zaman Fransızların Türklere bakışı nasıldı ?
Mehmet Basutçu – Bugünkü kadar kötü değildi tabii ki. Biz de kendimizi çok farklı hissetmiyorduk zaten. Ancak, liseyi Anadolu kentlerinde okumuş, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin verdiği yüksek öğrenim burslarıyla buraya gelmiş iki Türk öğrenci daha bizimle aynı sınıflarda okuyorlardı. Üniversiteye başlamadan önce, Besançon’da bir yıl boyunca yoğun dil eğitimi almışlardı. Onların gözlemleri kuşkusuz daha farklı olmuştur…
Kendi adıma, Fransızların Türklere bakışı konusunda herhangi bir rahatsızlık hissettiğimi hatırlamıyorum. En azından, belirgin bir anım yok. Aslında, o zamanlar Fransa’da yabancı olmak, bugünkü kadar zor değildi. Örneğin biz “carte de séjour” (oturma izni) almak için ciddi bir sorunla karşılaşmamıştık. Hele ilk yıl, Besançon küçük bir kent olduğundan, polise gidip kayıt bile olmamıştık. Herhangi bir sorun çıkmamış; kimse de bize, burada yabancı öğrenci statüsündesiniz, gidip “carte de séjour” almanız gerekir, dememişti. Tam hatırlamıyorum ama, İstanbul’dan ayrılmadan önce, Fransız Konsolosluğu’ndan vize almamız bile gerekmemişti galiba; ya da çok kolay olmuştu. Ne İsviçre’ye girerken, ne de Fransa’ya geçerken bir sorun yaşamamış olmalıyım ki, hafızamda yer etmiş bir iz bulamıyorum…
Aslında, o zamanlar Fransa’ya girmek değil, Türkiye’den yurt dışına çıkmak başlı başına ayrı bir sorundu. Neyse ki, öğrenci olarak çıkanlar, turizm amacıyla gidenlerin ödemek zorunda oldukları yurt dışı çıkış harcından muaf tutuluyorlardı. Yine de, her yıl tatil için gelip giderken bile, Maliye Bakanlığı’ndan özel bir çıkış izni almamız gerekmekteydi. Bu izni alabilmek içinse, Fransa’dan ayrılmadan önce, Paris’teki Türk Konsolosluğu’na gidip, Öğrenci Müfettişi’nden belge almak gerekiyordu. 1970’li yıllarda, büyük şair ve yazarlarımızdan Melih Cevdet Anday bu göreve atanmıştı. Belgeleri imzalayarak zaman yitirmekten hiç memnun olmadığı, bu kırtasiyeciliği Paris’te yaşayabilmek için katlanmak zorunda kaldığı bir yük olarak gördüğü, çok aşikârdı…
Bu belge hepimiz için önemliydi aslında. Öğrenciyseniz, çıkış vergisinden kurtulmanın yanısıra, size daha ucuz kurdan döviz satın alma imkanı da tanıyordu… Öyle bir dönemdi ki, insanın cebinde resmi izin olmadan dolar bulundurması bile yasaktı Türkiye’de ve cezası ağırdı… Dönelim ilk yıllara. Besançon’da bir yıl okuduktan sonra, “Maths Spé”yi yapmak için Paris’teki Chaptal lisesine girmeyi başarmıştım. Artık başkenteydik; “Préfecture de Police”e adres bildirerek kayda geçmemiz gerekiyordu. Böylece, ilk kez 1972 yılı sonunda oturma izni almak için başvurdum; oldukça da kolay almıştım galiba. Sadece, ilk yıllarda burslu öğrenci olmadığımız için, yerleşik bir Fransız vatandaşının masraflarımızı karşılama konusunda garantitör olması gerekiyordu.
Bu konuda da sıkıntı çekmedim. Galatasaray Lisesi’ndeki Fransız öğretmenlerimden biri, bu belgeyi imzalayıvermişti… Bu ülkede yabancı olduğumuz gerçeği, iş yaşamına başlamayı planladığımız zaman ortaya çıktı! 1980’lere doğru, öğrenim sürecinin sonu yaklaşırken, önce staj, sonra da iş bulmak amacıyla bir kuruma ya da şirkete mülakata gittiğimde, belki de Fransızcayı aksansız konuştuğum için, karşımdaki yetkili kişiler beni yabancı bir mühendis olarak görmüyorlardı. Tavırlarında herhangi bir ayrımcılık ta sezilmiyordu. Ancak, sonuçta, “tamam sizinle çalışmak isteriz” deseler bile, adaylık dosyam insan kaynakları birimine gittiğinde, yabancı uyruklu olmamın engelleri su yüzüne çıkıveriyordu !… “Hem oturma, hem de çalışma kartlarınızın olması gerekiyormuş; çalışma izniniz olmadan sizi ne staja ne de işe alabiliyoruz; üzgünüz”, demek zorunda kalıyorlardı…
Bu cümlenin yarısı doğru, yarısı da yalandı. Framatome adlı, nükleer santral üreticisi büyük bir şirketin araştırma ve geliştirme bölümünde sorumluluk üstlenmiş dürüst bir mühendis, samimi bir dille açıklamıştı: “Genellikle, uzmanlık eğitimini tamamlamak üzere olan öğrenci-mühendisleri, stajları sırasında denemiş oluyoruz. Ardından, iyi çalışıp uyum sağlayanlara hemen iş teklif edebiliyoruz. Siz, yabancı öğrenci kimliğiyle maaşlı bir staj yapma hakkına sahip olsanız bile, sonrasında işe alınmanız mümkün olamayacağına göre, bir Fransız arkadaşınızı stajyer olarak almayı tercih etmekteyiz…” Liberal ekonominin yazılı olmayan temel kurallarına uygun bir tavırdı bu. Ne diyebilirdim ki? Ancak, sessiz de kalamazdım. Üst perdeden vereceğim tepkiyi, en üst düzey sorumluya iletmeliydim. İlk kez, bu kadar çok öfkelenmiştim…
Kalkıp, Framatome’un yönetim kurulu başkanına bir mektup yazdım ! Bu mektubun yıllar boyunca süregelen sonuçlarını (Framatome ve yan kuruluşlarında kırmızı listeye alınmıştım !) anlatmadan önce şunu vurgulamalıyım : Bu döngü, bilinen tipik kısır döngülerden biriydi: İş bulabilmek için oturma ve çalışma iznine sahip olmak; çalışma izni almak için de, bir iş kontratı sunmak gerekmekteydi… Siyasi otorite, itiraf etmese de, çözümlemek istemediği bu çarpıcı çelişkiyi, adı konulmayan “ulusal tercihin” gizli ve caydırıcı silahlarından biri olarak kullanmaktan da çekinmiyordu. Koskoca Fransız Cumhuriyeti, öyle sandığımız kadar eşitlikçi bir hukuk devleti sayılmazdı. Aslında, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” (Liberté, Égalité, Fraternité) düsturu, bazı resmi kurumların giriş kapılarındaki korunmacı süzgeçlerden geçemiyordu… Bugün durum, ne yazık ki çok daha vahim.
Yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın yaygınlaşması bir yana, Fransa’da yasal olarak oturma hakkı olan yabancıların bile, bu topluma entegre olma imkanları, kimi tutucu/milliyetçi önlemlerle giderek azaltılmış durumda. Faşizan eğilimli popülist politikacılar, baskıyı daha da arttırma çabasındalar. Öte yandan, özellikle radikal islamcı hareketler de, ateşe körükle gidercesine, bu oyunda kendilerinden beklenen rolü, ne yazık ki başarıyla sergilemekteler… Peki, 40 yıl önce, zaman içinde değişmeyen hatta güçlenen bu kısır döngüyü kırabilmenin bir yolu var mıydı ? Vardı tabii : Fransız vatandaşı olmak. Bunun için de, evlenmek genellikle en kolay çözüm olarak görülmekteydi; yine öyle tabii…
Beyaz evlilikler o zamanlar bugünkü kadar yaygın ve organize olmasa da, gerçek ya da sahte nikâh, zaman kazanmak ve işi sağlama bağlamak için pratik bir çözüm yolu olarak görülüyordu. Ancak, gençliğin idealist ve bir tutam da romantik dürtüleriyle, bu konuda da oldukça gururlu, hatta köktenci bir tavır sergiledim. Nasıl, “işe alınacaksam, o işte çalışacak bilgi ve yeteneklere sahip herhangi bir Fransız genci gibi değerlendirilmeliyim” diyorsam; Fransız vatandaşlığına sahip olmak için de, evlenmek gibi kestirme bir yolu seçmeyi kesinlikle reddediyordum. Kaldı ki, Türkiye ve Fransa çift vatandaşlığı tanıyor olmasaydı, bu yolu herhalde hiç düşünmezdim bile… Sonuçta, bir devlet araştırma kurumu olan Fransız Atom Enerjisi Kurumu’nda (Commissariat à l’Energie Atomique) iki yıl süreli bir kontratla, yabancı mühendis statüsünde işe girmeyi başarmış, çalışma kartımı almıştım…
Daha ilk yılım dolmadan, Türkiye’de iki aylık bedelli askerlik görevimi yaptım. Ardından da, Fransız vatandaşlığı için başvuruda bulundum. Açık söylemek gerekirse, öğrenci ya da iş arayan bir kişi olarak başvurmaya kalksam, dosyam işleme bile alınmazdı! Başvurumun incelenmesi de tam iki yıl sürmüştü. Bu süre içinde bir ya da iki kez , sorgulama benzeri mülakatlatlara çağrılmıştım. 1984 yılı soununda, Fransız vatandaşlığına kabul edildiniz mektubu geldiğinde, işsizdim! CEA’daki, süresi sınırlı iş kontratım biteli bir yıl olmuştu bile!… Verilen vatandaşlığı almayı “kabul ettikten” (evet, neredeyse reddedecektim, hem de Cumhurbaşkanı François Mitterrand’a mektup yazmaya niyetlenecek kadar öfkelenmiştim yine…) beş yıl sonra da, tam on iki yıldan beri birlikte yaşadığımız bugünkü eşimle resmen nikahlandık ! Yanlış anlaşılmasın, öncesinde imam nikahı falan kıydırmamıştık tabii ki !
Tam tersine, 1968’lilerin felsefi çizgisinde “özgür birliktelik” (union libre) sürdürüyorduk… Doğal olarak, bu tür yarı romantik, yarı Don Kişot’vari prensipler doğrultusunda, köktenci bir tavırla direnmenin bedelini de fazlasıyla ödedim. İşsiz kaldığım oldu; hoşnutsuzluk yarattığım için kırmızı listelere geçtiğim, işe alınmadığım, işten atıldığım da… Ancak, maruz kaldığım bu tepkiler, kesinlikle ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı değildi; farklı bir türde ayrımcılıktı yapılanlar; ya da, haklı görülebilecek kimi tepkilerim karşısındaki “insani tahammülsüzlük”…Belki de “kültürel uyuşmazlık” denebilir, ya da “sağırlar diyaloğu”… Ne var ki, tepki göstermeden de duramıyordum!…
Böylece, güçlünün haklı çıkacağı başka bir kısır döngü içine, önce farkında olmadan, sonra da kaybedeceğimi bile bile balıklama dalıvermiştim… Framatome’un yönetim kurulu başkanı Robert Boulin’e, 1980 yılı başında staj başvurumun reddedilmesi üzerine yazdığım mektuba, bir ay kadar sonra, yatıştırıcı, güzel bir yanıt gelmişti. Sonuç değişmemişti ama, yazdıklarımın dikkate ve ciddiye alındığını görmek beni sevindirmiş, yatıştırmıştı. Yapıcı bir iş yaptığımı düşünüyordum… Tam üç yıl sonra, bu mektup nedeniyle, Framatome’un o zamanki genel müdürü Jean-Claude Leny (1928-2016) tarafından mimlendiğim ortaya çıktı ! CEA’daki geçici süreli iş kontratım bitmek üzereyken, iş aramayı yoğunlaştırmıştım.
Framatome’un Lyon’daki bir araştırma laboratuvarı adaylığıma olumlu yanıt vermiş, işe başlama tarihi ve öncesinde almam gerekli ek eğitimin, nerede ne zaman yapılacağı bile planlanmıştı. Lyon’daki laboratuarın sorumlusu, Belçika asıllı sempatik bir mühendisti. Son anda gelen kötü haberi, üzüntülü bir sesle telefon ederek duyurdu : “Siz, birkaç yıl önce, Monsieur Leny’ye bir mektup yazarak, Framatome’u ırkçı davranmakla mı suçlamıştınız ?!… Meğerse, mektup yazdığım Robert Boulin, sadece yönetim kurulu toplantılarına katılan, ismi kağıt üzerinde tepede bulunan birisiymiş. Ben de adını rehberde bulmuştum zaten.
Framatome’un yönetim mutfağındaki şef, Fransa’nın en prestijli mühendislik okulu Polytechnique’ten diplomalı Jean-Claude Leny’ymiş. Bay Boulin, belki de pek sevmediği bay Leny’ye, bir yönetim kurulu toplantısında, yazdığım mektuptan söz ederek “aman dikkatli olun, insan kaynaklarının ayrımcılık hatta ırkçılık yaptığı gibi bir izlenim bırakmaması gerekir” türü bir sitemde bulunmuş olmalı ki, burnundan kıl aldırmayan bir karakter (belki de karateriyel) olan Bay Leny, bu söze herhalde çok kızmış olmalı ki, üç yıl sonra bile, dosyam sıradan bir onay imzası için önüne gelince tepesi atıvermiş : “Nee, yine o Türk mühendis mi ? Bir de işe almaya mı kalkıyorsunuz bu adamı !” diyerek, elinin tersiyle çöpe atıvermiş dosyamı…
Her neyse, kabak sonunda altta kalanın başında patlamıştı tabii… Ancak çok ilginçtir ki, aynı kabak, aradan üç yıl daha geçtikten sonra bile, olayla hiç ilgisi olmayan başka bir Türk Mühendis arkadaşın başında da patlamak üzereydi! Takvim 1986 yılını gösteriyordu. “Génie Atomique” (Atom mühendisliği) uzmanlık diplomasını, benim gibi İNSTN’den (Institut National des Sciences et Techniques Nucléaires) alan ve döneminin ilk sıralarında mezun olan Ali Aktoğu, Framatome’un kardeş şirketi Novatome’da işe alınmak istenir. Dosyası genel müdür bay Leny’nin önüne paraf etmesi için gelince, adam, “yine mi bu Türk mühendis, şimdi de Novatome’a mı girmeye çalışıyor !” diye kükreyerek, bir kez daha öfkeleniverir… Kincilik ve dincilik kimsenin tekelinde değil tabii, ne yapalım ? Neyse ki, birçok kişi, üç yıl öncesinde başıma gelen ibretlik olayları biliyordu.
Başta INSTN’nin o günkü müdürü, araya girip olaya müdahil olanlar, “yapmayın, etmeyin bay Leny; bu aday ‘iyi Türk’, öbürü, ‘kötü Türk’ olanı, Fransız vatandaşlığını aldı, şimdi CEA’da süresiz kontratla çalışıyor” diyerek, genel müdürün zayıflayan hafızasını tazelediler de, Ali Aktoğu Novatome’a girebildi. Ancak, benden daha başarılı, daha parlak ve en az benim kadar da ‘ukala’ olan Ali’yi de, üç aylık sınama dönemi sonunda Novatome’dan atıverdiler. Bir anlamda, sol ayağıyla girmişti zaten Novatome’a… Ardından, bir devlet kurumu olan EDF’te (Électricité de France ) çalışmaya başlayan Aktoğu, başarılı kariyerini orada, bir daha işten atılmadan tamamladı…
Sonuçta, Fransa’da yaşadığım bu trajikomik olayları yine Köy Enstitüleri olgusuna bağlayacağım. Çünkü, doğruyu söylemek, gerçeği haykırmak, haksızlıklara karşı çıkmak, güçsüzün, ezilenin yanında yer alıp haklarını savunmak… bütün bu erdemler, anne ve babamın yaş kuşağına, Köy Enstitüleri’nde verilen eğitim sayesinde aşılanmıştı. Ben de burada, çok farklı bir ortamda, bana miras kalan bu değerleri, mütevazı bir düzeyde kendimce canlı tutmaya çalıştım galiba… Not: Bu söyleşinin yazıya dökülmüş metni, Mehmet Basutçu tarafından, gerekli eklerle genişletilmiştir.
Tansu Sarıtaylı- Teşekkürler Mehmet Bey.