FRANSA’DA YARIM ASIRDIR YAŞAYAN TÜRKLERDEN / KEREM TOPUZ

254
21 Aralık 2024 tarihinde Tansu Sarıtaylı tarafından eklendi

Fransa’da 67 yıldır yaşayan, ünlü yazar Hıfzı Topuz’un ilginç oğlu Kerem Topuz. Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türklerle ilgili röportajları sürdürüyoruz. 67 yıl evvel küçük yaşta ayak bastığı Fransa’da yaşamını sürdüren Kerem Topuz, üç çeyrek asra yakın Paris’teki yaşantısını bize özetledi.

Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türklerle röportajlara devam ediyoruz. Bugün de Kerem Topuz’la birlikteyiz.
Tansu Sarıtaylı- Kerem bey Fransa’ya ne zaman geldiniz?

Kerem Topuz- Merhabalar. Tansu Sarıtaylı karşısında böyle ilk kez milli olmaktan dolayı gerçekten heyecanlıyım. Buraya ne zaman geldim? Aslında benim Fransa’ya iki kez gelişim var. Ben 1955 doğumluyum, ilkinde üç yaşındayken Fransa’ya geldim. Tabii ki üç yaşinda tek başıma yola çıkıp gelmedim buralara… Babam Hıfzı Topuz, UNESCO’da çalışmaya başlamıştı. 1958’de annem babam, annem Nezihe Topuz ve ben tek evlat olarak Paris’e geldik.

Tansu Sarıtaylı- Babanız Türkiye’den görevli olarak mı gitmişti?

Kerem Topuz- Hayır, Türkiye’nin bir diplomatı olarak değil UNESCO’nun kendi kadrosunda yer alan uluslararası bir çalışan olarak işe başlamıştı. Benim Fransa hikayem de Paris’te bir anaokulunda başladı.
Tansu Sarıtaylı- Gittiğiniz anaokulunu hatırlıyor musunuz?
Kerem Topuz- Hatırlamakta zorlanıyorum ama büyük ihtimal, eve yakın olduğu için beni papazların yönettiği bir anaokuluna göndermişlerdi. Bazı akşamlar yemek yemeden evvel haç çıkarmaya başladığım için babam bu işin böyle devam edemeyeceğini söyledi, ardından da beni başka bir anaokuluna transfer etti.

Tansu Sarıtaylı- Babanız Hıfzı Topuz’un aldığı ve çocukluğunuzun geçtiği apartman dairesinde yaşamaya devam ediyorsunuz.

Kerem Topuz- Evet. Şu anda benim oturmakta olduğum apartman dairesini babam 1962 yılında satın almıştı. Bu bina 1643 yılında tahta geçen 14. Louis’nin baş mimarlarından biri olan Mimar Louis Le Vau tarafından inşa edildi. Yani apartman 20 yıl sonra dört asırlık olacak.
Bu dairenin en büyük özelliği meşhur Fransız şairi Baudelaire’in 1842-1843 yıllarında bu dairede yaşamış olması. Acaba ondan biraz ilham kapabildim mi emin değilim ama gerçekten tarihi değeri çok büyük olan bir apartman. Daire 60 metrekarenin altında ama tarihi değerinin yanı sıra Saint Louis Adası Paris’in en turistik yerlerinden biri oldu.

Tansu Sarıtaylı- Evet burası ilginç bir ada.

Kerem Topuz- Paris’te Seine nehri üzerinde iki tane ada var, biri de bu. Bir tanesi Saint Louis Adası diğeri Site Adası. Site Adası’nın üzerinde meşhur Notre Dame Katedrali bulunuyor, yandığını hatırlarsınız. Ben de o yangına tanık olmuştum.

Tansu Sarıtaylı- Peki babanız bu daireyi satın aldığında burası nasıldı?

Kerem Topuz- 1962 yılında burası gayet popülerdi. Eski Paris halkının yaşadığı bir mahalleydi. Ancak Charles De Gaulle’un kültür bakanlarından olan meşhur yazar Andre Malraux’nun rehabilitasyon planları henüz Paris’te başlamamıştı. Binaların çoğu dışarıdan baktığınız zaman simsiyahtı, kirliydi. Bu vaziyette kimse Saint Louis adasında oturmayı düşünmüyordu, fiyatlar müthiş ucuzdu. Ancak o yıllarda bunların çoğunda banyo hak getire, neredeyse tuvalet hak getire. Bazen tuvaletler dışarıda ortak kullanım şeklindeydi.

Tansu Sarıtaylı- Millet nasıl yıkanıyordu?

Kerem Topuz- Hala Paris’te dışarıda banyo duş (Bains-douches) var. Millet yıkanmak istediği zaman haftada bir banyo duşlara gidiyordu, çok cüzi bir para karşılığı duşunu alıyor temizleniyordu. Evde nasıl yıkanıyordu derseniz, Fransız usulü yıkanılırdı. Yani bir tasa ılık su doldurulur, tek ele eldiven takılır o suyla vücudun her tarafı silinerek temizlenirdi. Yıkanma öyleydi. Gerçi babam burayı aldığı zaman küçük bir banyo vardı. Sonra orayı düzelttik.
Saint Louis Adası’nın şu andaki en büyük özelliği turistik olması. Fiyatlar uçtu. Bazı binalarda metrekare fiyatı 20 bin Euro. Bazen daha fazla, yani 100 metrekarelik daire, birazcık da nehre bakıyorsa fiyatı 2 milyon Euro’nun üzerinde olabiliyor. Böyle korkunç yüksek bir tutar.

Tansu Sarıtaylı- Adanın turistik özelliği nedir?

Kerem Topuz- Adanın turistik açıdan en popüler yeri Berthillon dondurmaları. Fransa’nın en tanınan dondurmacısı bu adada. Tatil sezonunda muazzam bir kalabalık oluyor. Yüzlerce kişi dondurma yalamak için sırada bekliyor.
Adanın diğer bir özelliği, tanınmış insanların burada yaşamış olması. Örneğin aklıma ilk gelen Fransız şarkıcı Serge Reggiani. Adada az kaldı ama o da yer etti. Ayrıca Georges Moustaki, ‘Le Métèque’ şarkısıyla tanınırdı. Kendisiyle senli benli olmasak da konuşurdum. Moustaki pinpon oynardı. Defalarca kendisiyle pinpon oynadım. Ayrıca Françoise Hardy adada yaşamıştı bir aralar, Fransa’nın en meşhur aktörlerinden biri Jean-Claude Brialy burada yaşadı. Daniel Auteuil de adalıydı. Meşhur mizah sanatçısı Guy Bedos da bu adada yaşadı. Tabi yan komşum Djamel Debbouse da burada yaşıyor. Djamel bütün bir binaya sahip, adamın annesi de Arap Dünyası Enstitüsü’nün en tepesinde lüks bir lokantayı işletiyor.

Tansu Sarıtaylı- Cumhurbaşkanı da burada yaşamış.

Kerem Topuz- Tabi, en önemli komşularımdan biri Georges Pompidou, Fransa’nın eski cumhurbaşkanı. Hemen bizim binanın yanındaki binada oturuyordu. 180 metrekarelik bir daire. Bütün hayatları boyunca karısıyla orada kirada kaldılar.
İlkokula giderken, bazı sabahlar Pompidou’yu görürdüm. Birkaç kez kendisine ‘Bonjour’ demişliğim var. O da cevap verirdi.

Tansu Sarıtaylı- Peki o bölgede başka eğitim kurumları da var, onların özelliği neydi?

Kerem Topuz- Evin tam karşısında büyük bir kilise var. Tam yanında ‘seminer’ adlı bir de ek bina var. Yani papazların göreve başlamadan önce eğitim aldıkları yer. Tam teşekküllü bir Katolik külliye. Seminer, her zaman sakin bir yer oldu. Katolik demişken aklıma gelen ilginç bir nükteyi dile getireyim.

Tansu Sarıtaylı- Nasıl ilginç?

Kerem Topuz- Eğer bir Katolik insan, dininin gereklerini sonuna kadar yerine getirmek isterse, bizde nasıl 5 vakit namaz varsa, onlar da benzer ayinlerini tamamlamak zorunda. Fakat onların günde tam 8 ayini var. Her bir ayin, hazırlan git-gel 45 dakika veya bir saat sürecek olsa, dinine gerçekten bağlı bir Katolik 8 saatini kilisede geçirmeli.

Tansu Sarıtaylı- Ama durum biraz farklı.

Kerem Topuz- Evet, Fransa’da kiliseler boş, bu doğru. Ülkede, ‘inananların’ sayısında muazzam seviyede azalma oldu. Ayinlerde 30-40 kişi oluyor ya da olmuyor. Ama adam dinine çok bağlıysa ne yapıyor? Gidiyor manastırda falan yaşamaya başlıyor. Manastırda yaşadığı zaman da manastırın ekonomik bir sistemi var. Yani manastırda üretim var. Ya bira üretiyor, ya balcılık yapıyor, ya sebze yetiştiriyor. Yani ekonomik bir çark işliyor ve manastır kendi kendini idare edebilecek bir duruma geliyor.

Tansu Sarıtaylı- Kitap işleri de var.

Kerem Topuz- Tabii, kutsal kitapların okunması, tercümesi, yeniden değerlendirilmesi, yorumlanması. Diyelim ki falanca kutsal yazıyla ilgili belki bugüne kadar 80 kişi kafa yormuş, 80 ayrı kitap yayınlanıyor. Kültür de aslında bu. Yani sadece dini alanda değil. Bu şekilde katman katman oluşan kimisi doğru kimisi yanlış kimisi de hem doğru hem yanlış unsurlar. Bütün bunların sonucunda kültürün özü ortaya çıkabiliyor.
Tansu Sarıtaylı- Kerem bey tekrar size dönecek olursak, ilkokulu da burada okumuşsunuz. Sonra orta okulda durum değişmiş.

Kerem Topuz- Orta biri de burada okudum. Orta bir bittiğinde çok iyi bir ‘Fransız çocuğu’ olmuştum. Türkçem biraz turistik Türkçe idi. Yani Türkçe konuşma seviyem hakikaten çok kötüydü. Babam Hıfzı Topuz, ruhu şad olsun, çeşitli nedenlerden dolayı “Bu böyle olmayacak seni Türkiye’ye gönderiyoruz” dedi. O şekilde ben orta ikinci sınıftan itibaren Galatasaray Lisesi’ne kayıt oldum. Hem de yatılı olarak. İzleyen yıllarda annem de İstanbul’a gitti. Sevgili peder bey Paris’te yalnız başına kaldı.

Tansu Sarıtaylı- Galatasaray Lisesi’nin orta kısmına nakil olduğunuzda orada zorlandınız mı?

Kerem Topuz- Galatasaray Lisesi’ne hakikaten bir Fransız veledi olarak gitmiştim. Fransızcam bir Fransız piçinin Fransızcası gibiydi. Orta ikide, oradaki lise sonlara kopya vermeye başladım. Çünkü lise sonların Fransızcası benim ortaokul iki Fransızcasından daha geriydi. Halbuki Fransa’da benim ilgi alanlarım matematik ve fizikti. Galatasaray’a girince matematik fizik hak getire. Kendimi birden bire çıkmazda buldum. Çünkü Türkçem zayıftı.
Fakat okulda herhangi bir sıkıntı yaşamadım. Yani ezilmedim, dövülmedim. Haylaz bir çocuk olmadım, okuldan fazla kaçmadım. Ama çok sıkıldım. Beyoğlu çok ilginç bir yer. Ama yatılı olduğum için okul dönemi çok sıkıcı geldi.

Tansu Sarıtaylı- Galatasaray Lisesi’nde ilginç anılarınız var mı?

Kerem Topuz- Tabii 1968 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, resmi bir ziyaret kapsamında İstanbul’a geldi. O kapsamda liseyi de ziyaret edecek. Okulda, baş muavin Feruhzat hoca beni çağırıp, “Oğlum senin Fransızcan bir Fransız gibi. Sana şimdi Osmanlı öğrenci kıyafeti giydireceğiz. O şekilde Cumhurbaşkanının karşısına çıkacaksın. De Gaulle’u salonda karşılayacak iki çocuktan biri sen olacaksın. Şayet General De Gaulle sana ‘Ah ne kadar mükemmel bir Fransızcan var, burada mı öğrendin’ derse sen ‘Tabii ki burada öğrendim’ diyeceksin. Şayet öyle demezsen ayvayı yedin” dedi. Ben de tamam dedim. De Gaulle geldi, her şey güzel geçti. Elini sıktım, çok heyecanlanmıştım. Fakat o soruyu bana sormadı.

Tansu Sarıtaylı- Galatasaray Lisesi’nden ne zaman mezun oldunuz?

Kerem Topuz- 1973 yılında liseyi bitirdim. Babam hâlâ Paris’te UNESCO’da çalışıyordu. Ben de yeniden Paris’e geldim. Asıl amacım bir yüksekokul okumak, fakat hangi alanda okuyacağım, kafamda çok belirsiz. Çocukken arkeolog olmak istiyordum, fakat bu hevesimden vazgeçecek bir şey yaşadım.
Tansu Sarıtaylı- Arkeolojiden neden vazgeçtiniz?
Kerem Topuz- Henüz liseye devam ederken yazları Paris’e geliyordum. Babam 1971 veya 72’de UNESCO’nun sağladığı imkanlardan biriyle beni Tunus’taki gençlerin katıldığı bir arkeoloji kampına gönderdi. Bir baktım güneşin altında küçük fırçalarla anlamsız bir seramik parçasını ortaya çıkarmak için 3 saatlik bir çalışma yapıyorsunuz. O zaman arkeolojinin benim için bir meslek olamayacağına kesin kanaat getirmiş oldum.

Tansu Sarıtaylı- Peki daha sonra ne okumaya karar verdiniz?

Kerem Topuz- Ne yapacağımı hakikaten bilmiyordum. Önce ekonomiye yazıldım fakat hoşuma gitmedi. Bir yıl boşa gitti. Arkasından hukuka yazıldım. Ancak, her insanın hayatında birtakım kapılar açılıyor. Bu şanslar insanın hayatında 3-4 defa veya 5-6 defa gelen şeyler.

Tansu Sarıtaylı- Şans yüzünüze mi güldü?

Kerem Topuz- 1974 yılında hiç beklemediğim bir anda radyo teklifi aldım. Radyo France Inter’de bir Daniel Hamelin vardı. Önemli bir programcı Daniel. Bir gün beni aradı ve “Siz Türkmüşsünüz, Fransızcanız da iyiymiş. Ben haftada bir turistik kültürel program yapıyorum. Katılır mısınız?” dedi. Hemen kabul ettim. Daniel ile Fransa’nın çeşitli yerlerine giderek program hazırlıyorduk. Program bir saat sürüyordu. Ama o bir saat içinde Türkiye konulu söyleşiler, gırgırlar, fıkralar oluyordu. Aradan birkaç ay geçti başka birisi aradı.

Tansu Sarıtaylı- Daha sonra arayan kimdi?

Kerem Topuz- Büyük ihtimalle Fransız istihbarat servislerinde çalışan çok yaşlı bir adam, Andre Mosman. İstihbaratçı mı pek emin değilim de yani adam herkesi tanıyan bir tipti. Beni aradı “Mösyö Topuz, Radio France Internationale’da bizim 10-15 dakikalık Türkçe bir yayın var. Türk işçileri için. Çalışır mısınız” diye sordu. Tamam dedim. Yıl 1974, hem okula devam edip hem radyoda bu ‘Türk işçisinin saati’ programında çalışmaya başladım. O 10-15 dakikalık programın amacı Fransa’da çalışan Türk işçilere, ülkedeki sosyal mevzuat, haklar konusunda bilgi vermekti. 2-3 dakikada bir de müzik arası yayınlanıyordu. İlk başlarda o programda Necmiye Alpay yer aldı. Necmiye hanım dil bilimci. Birlikte gayet iyi çalıştık. İlerleyen yıllarda Necmiye Alpay, Türkiye’ye döndü. Fransız Radyo İdaresi, benim yanıma Güzin Dino’yu aldı. Güzin Dino malum Abidin Dino’nun eşi. Güzin hanımı çok sevmekle birlikte aman Allah’ım o yıllarda kendisiyle hiç anlaşamıyorduk. Onu biraz antipatik buluyordum. Ama orada Güzin hanımla çalışmaya devam ettim.

İzleyen yıllarda yine belki başka birinin tavsiyesiyle bir başka kapı açıldı. Fransız tv’sinin 3.cü kanalında Mozaik adlı bir program var, pazar günleri yayınlanıyor ve bu programın amacı ne? Birbuçuk saat süren bir program aklımda iyi kaldıysa, göçmenlere yönelik bir program, 3.cü Kanalda. O zamanlar zaten Fransa’da üç kanal, üç televizyon kanalı var. Türkiye’de kaç tane var tek bir tane belki. Mozaik programının amacı göçmenlere, işçilere önemli konularda haberler vermek, artı, kendi ülkelerinden gelen sanatçıların müziklerini sunmak ve her sunucu kendi dilinde hem Fransızca hem kendi dilinde sunum yapıyor. İşte Cezayir vardı Yugoslavya vardı Afrika vardı vesaire vesaire. Ben Türk bölümünün sunucusuydum.

O yıllarda, Erkan Özerman, çok yakınımdı, yeni vefat etti geçen yıl. Önemli çok önemli bir insandı. İşte Erkan Özerman o yıllarda, yani Türkiye’de o yıllar dediğim 75, 76, 77, 78 ve devamı Türkiye’de ne kadar tanınan gerçek anlamda Star varsa hepsini getirdi yani, çoğunu unuttum Neco, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Talip Özkan, Zerrin Özer, Ayla Algan, Neşe Karaböcek vesaire vesaire çok insan geldi. O yıllarda Ajda Pekkan gibi bir Star bile gelip böyle uçuk bir televizyon programına seve seve katılıyordu. Hatta Ajda’yla çekimi Fransa’nın bir taşra kentinde yapmış olduğumuz için Ajda’yla böyle iki gün beraber olabildim yani gidiş geliş falan.

Ajda’da muazzam ses yeteneğinin dışında en fazla şaşırdığım olay da şu olmuştu: Ajda’nın Fransızcası, acayip iyi bir frankofon, acayip iyi bir frankofon, süper Fransızcası var. Kim bunu tahmin edebilir değil mi? muazzam bir Fransızcası var kızın. Hayret ettim ben. Muazzam bir Fransızcası var. Yani şayet kazara Ajda Pekkan senin bu yayınını dinlerse bilsin ki yani en hayran olduğum yönlerinden biri…

Ajda derken, tabii o yıllarda 1970’li yıllar Fransa’da şansını deneyen birçok sanatçı oldu, Ajda da onlardan biriydi, bir aralar Enrico Macias’la birlikte sahneye çıkmıştı vesaire. Ajda Fransa’da kalsaydı ünlü bir sanatçı olabilirdi, tutabilirdi, hakikaten Fransa’da çok çok önemli bir sanatçı haline gelebilirdi ama hayat ama şans ama şu olmadı…
Aynı dönemde 1970’li yıllarda Timur Selçuk da geldi, kendisini iyi tanırdım. Philips’e birkaç şarkı kaydetti, plak yaptı. Timur da burada çok önemli bir sanatçı olabilirdi. Hayat şans kader kısmet neye yarar üzülmek, olmadı.
Diğer taraftan Tülay German çok önemli bir sanatçı olabilirdi aynı yıllarda. Fransız sanat dünyasında tanınabilir, yeni bir Nana Mouskouri olabilir, çok önemli bir sanatçı olabilirdi. Ama Tülay nedense kendi siyasi tercihleri nedeniyle en sonunda o camiaya girmekten şu da bu şekilde vazgeçti. Sanatsal ve parasal kariyerinden vazgeçti. Kendi inandıklarında kaldı. Helal olsun, kendi inandığı çizgide devam etme kararını verdi ve öyle devam etti. Aklıma gelenler bunlar. Yani sanatçılarla ilgili olarak daha unutmuş olduklarım da olabilir tabii.
Tekrar Fransa’ya dönersek… Paris deyince benim ilkokul zamanında Türk camiası çok daha kısıtlıydı. Ancak babamın çevresi o zaman çok kıymetliydi. Babam Paris’teki entelektüel kutuplardan biri, birinci kutup Abidin Dino, ikinci kutup Hıfzı Topuz vesaire.

Çoğu zaman ya biz onların evine giderdik ya da onlar bizim eve gelirdi. Yani bizim eve herkes geldi. Çetin Altan, Melih Cevdet Anday, ki bir ara Paris’te kültür ataşesi olmuştu, Ruhi Su, Nazım Hikmet, Pertev Naili Boratav, Abidin Dino bütün neredeyse Paris ressamları hepsiyle bizim evde bir arada geldik. İlerleyen yıllarda Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli ve unuttuğum onlarca isim geldi. Ben ilkokuldayken Nazım Hikmet geldiğinde ‘bonjour mösyö’ diyordum. Nazım çok kızmıştı. Bana “Oğlum ben bonjour monjour falan anlamam” demişti. Haklı olarak…
Ev adeta bir kültürel kuluçkaydı. O durum bana birçok şey kazandırdı. Hem verdi hem aldı diyeyim. Ben bütün bu istisnai insanları göre göre, yani ressamlar, edebiyatçılar, sanatçılar vesaire bütün normal insanların böyle olduğunu düşünmeye başladım. Yani benim için standart insan seviyesi böyle insanlardı. Normal kıstas buydu. Tabi bu durumun olumsuz yönleri oluyor.

Tansu Sarıtaylı- Radyoya öğrenciyken başlamıştınız. Okul ne oldu?

Kerem Topuz- En sonunda babam “Oğlum hani diploma” demeye başladı. Ayıp olmasın diye en sonunda bir diploma aldım. Hukuk fakültesini bitirip Paris Sorbonne’da master yaptım. O zamanlar master 4 yılda alınıyordu. İsteseydim hemen avukat olabilirdim, o zamanlar çok basitti. Ama hukuk falan sadece pedere jest olsun diye okumuştum. O da zor bela. Nihayetinde kesinlikle ne avukat oldum ne de bir şey.

Tansu Sarıtaylı- Bu arada babanız Hıfzı Topuz’un da televizyon tecrübesi oldu. TRT hikayesini anlatır mısınız?

Kerem Topuz- Sene 1974’te babam TRT’ye döndü. Normalde TRT’nin başında peder bey görevli olacaktı. Fakat İsmail Cem o göreve atandı, Peder ikinci adam oldu. Ama radyoda da çok önemli şeyler yaptı. Orası babam için çok önemli bir dönemdi, ama kısa sürdü, babam Paris’e geri döndü. Zaten UNESCO’dan geçici bir süre izin almıştı, aynı organizasyonda çalışmaya devam etti. Şayet TRT görevi devam etseydi babam Türkiye’de kalırdı.

Tansu Sarıtaylı- Peki babanızın UNESCO’da yaptıklarından bahseder misiniz?

Kerem Topuz- Peder bey UNESCO’da önemli şeyler yaptı. Şöyle ki alanı iletişimdi. Afrika’daki bazı ülkelerde, o ülkelerin kendi haber ajanslarını kurabilmeleri için çalışmaları oldu. Çünkü o zamanlar iletişim dünyasında Associated Press, Reuters, AFP vesaire birtakım tekel kuruluşlar vardı. Bu tekeller de haberi ister istemez iyi niyetli, kötü niyetli, orta niyetli değişik şekilde verebiliyordu. Bu problemi aşmak için bu ülkelerin kendi haber ajanslarını kurması lazımdı. Peder beyin bu organizasyonların kuruluşlarında ve orada çalışacak kişilerin yetiştirilmesinde hakikaten çok çok önemli çalışmaları oldu.

Tansu Sarıtaylı- Bir de araştırma kuruluşu kurmuş.

Kerem Topuz- 1975 yılından 1982’ye kadar Paris’te kaldı. Ardından Türkiye’ye dönünce ilk projesi Fransa’daki Nouvel Observateur gibi bir dergi çıkarmak oldu. Türkiye’de Ercan Arıklı ile birlikte böyle bir projeleri vardı, o proje patladı, bir şey olmadı. Daha sonra ‘İLAD’ adlı bir araştırma kuruluşu kurdu Türkiye’de. İletişim Araştırmaları Derneği. Bu derneğin de epey yararı ve önemi oldu. Sonra peder birden bire başka bir alana kaydı.

Tansu Sarıtaylı- Babanız birden bire hangi işe başladı?

Kerem Topuz- Çocukluğundan beri yapmak istediği yazarlık işine geri döndü ve muazzam üretken bir yazarlık dönemi başladı. Pederin ilk kitabı ‘Meyyale’, aileyle ilgili hikayelerdi. Türkiye’de herkesin şu ya da bu şekilde Osmanlı ilgisi vardır. Biz de Osmanlıyız. Biz servis merdiveninden, Abdülaziz’den geliyoruz. Onun için tanıdığım yeni insanlara “Lütfen bana prens diye hitap ediniz” diyorum. Genellikle karşı geliyorlar fakat yani işte paşalar falan şunlar bunlar var. Türkiye’nin eski Paris Büyükelçisi Hasan Esat Işık ile de bir akrabalığımız vardı.
Sonra babam neredeyse yılda bir kitap yazmaya başladı. Her yıl Osmanlı dönemiyle ilgili, Nazım Hikmet’le ilgili, Afrika ile ilgili, Atatürk’le ilgili kitaplar. Atatürk’ün aşklarıyla ilgili olarak da yazdı. Peder bey zaten aşk koşunda gayet usta bir insandı ve kadınlar babama bayılırdı.
Çamlıca’nın Üç Gülü, Paris’te Son Osmanlılar gibi birçok kitap yazdı. Remzi Yayınevi’nden çıktı bunlar ve gerçekten peder Türkiye’de tanınan, kitapları iyi satan bir yazar konumuna erişti.

Tansu Sarıtaylı- Siz bir ara Cannes’da da çalışmışsınız.

Kerem Topuz- Evet. 1982 yılında peder döndü, ben o zamanlar televizyon ve radyodan ayrılmıştım.
1982’den itibaren hayatımı biraz bohem yaşamaya başladım. Tabi burada değil, o zamanlar bu ev kiraydı. Yukarıda bir oda vardı 20 metrekare bile yok, ben orada yaşıyordum. O dönemde çeşitli meslekler yaptım. Biraz fotoğrafçılık, biraz reklam ajanslarına çalıştım. Hatta 1984 yılında bir ara Cannes Film Festivali’nin yardımcı basın danışmanı oldum. Ama o yıllardaki bohem aptallığım yüzünden bazı fırsatları kaçırdım.

Tansu Sarıtaylı- Nasıl fırsatlardan bahsediyorsunuz?

Kerem Topuz- Ben bohem tarzı yaşarken, çevremdeki insanlar birtakım kapıları açmaya devam ediyordu. Ama ben o kapıları büyük bir zevkle teker teker kapatıyordum. Yani 1984 yılında Cannes işinde ciddi olsaydım, kesinlikle Cannes Film Festivali’nde bugüne kadar basın servisinde çalışmaya devam edebilirdim. 1986 yılı belki en güzel dönemim. Tamam fotoğrafçılık bohem vs ama bir yere kadar. Ardından turizm işi başladı.

Tansu Sarıtaylı- Turizm işi neydi?

Kerem Topuz- 1986 yılında yine Galatasaray’dan arkadaşım Agim Sahir Koçer, Paris’te önemli bir turizm acentesi kurmuştu. Beni aradı, “Yeni aldığım, kiraladığım bir gemi var, 35 metre. Mavi yolculuk yapıyoruz. Sen rehber olur musun” diye sordu. 1986 Mart ayından Kasım ayı sonuna kadar her hafta mavi yolculuk yaptım. Değişik güzergahlarda çalıştık. Türkiye’de turizm faaliyeti henüz kıyıları bozmamıştı. Olağanüstü yerler. Hiçbir rehberde olmayan birtakım antik harabeler. Belki çoğu sonra çalındı veya tahrip edildi. Fransız turistlerle geçirdiğim 8-9 ay çok ayrıcalıklıydı. 1986’dan sonra da ressamlar ilgimi çekti.

Tansu Sarıtaylı- Ressamlar neden ilginizi çekti?

Kerem Topuz- Daha öncesinde henüz ilkokuldayken babam sayesinde Fikret Mualla’yı tanımıştım, ünlü ressam iki defa bizim eve de gelmişti. Paris’te ressamlar son derece önemli. Kimler yok ki… Fahrünnisa Zeyd de bir ara burada, Avni Arbaş, Mübin Orhon, Fikret Mualla, Selim Turan, Nil Yalter vesaire vesaire. Yani en azından 15 tane ressam sürekli veya uzun süreli olarak Paris’te bulundu.
Artı, İstanbul’daki Resim Heykel Müzesi bundan birkaç ay evvel Galataport’taki yeni binasına taşındı. Orada görülen 1930/1970 dönemi eserlere imza atan Türk ressamlarının çoğu en az birkaç ay Paris’e gelip burada çalışmışlar . Çünkü Paris 1960’lı yıllarda 1970’li yılların başına kadar dünyanın kesinlikle, yani yüzde bir milyar diyeyim, dünyanın sanat merkeziydi. Sonra New York bu unvanı devraldı. Ardından biraz Londra vesaire.

Tansu Sarıtaylı- Peki siz o ünlü ressamlarla tanışıyor muydunuz?

Kerem Topuz- Ressamların birçoğunu gayet yakinen tanıyordum. Avni Arbaş mesela. Ben yine ilkokuldayken, tabii tam bir Fransız gibi yetişirken yani, babama “Noel’de ağaç var, hediye var” diyordum, babam da “Yok öyle saçmalık, Noel falan yok” diyordu. Avni Arbaş’ın karısı Henriette çok bozuluyordu. ”Olur mu Hıfzı, olur mu böyle bir şey” diyordu. Fakat her Noel akşamını Avni Arbaş’ın evinde geçiriyorduk, ben de hediyelerimi orada alıyordum.
Tansu Sarıtaylı- Paris’te meşhur olan Türkler oldu mu medyatik olarak?
Kerem Topuz- Valla oldu, kısıtlı tabi. Gökşin Sipahioğlu, dünyanın en baba fotoğraf ajanslarından biri olan SİPA Press’in başındaydı. Şu anda Mete Zihnioğlu devam ediyor. Mete de çok iyi bir adamdır.
Ayriyeten Aydemir Balkan. UNESCO’da çok üst düzey bir göreve geldi uluslararası diplomat olarak çalıştı, birkaç yıl önce vefat etti. Mümtaz Teker var, turizm alanında çok önemli pozisyonlara geldi. Cengiz Tarhan ve Rauf Gönenç OECD’de çok önemli pozisyonlara ulaştılar. Ayrıca Nedim Gürsel var.
Bir ara hakikaten kalemi iyi giden Osman Necmi Gürmen var yazar olarak. Gürmen, Fransa’da epey tanınmaya başlamıştı. Oğlu Lemi, Sorbonne meydanında yıllardan beri bir fotokopi dükkan işletir, öğrencilerin tezlerini basar.
Ayrıca Mehmet Ulusoy vardı, hakikaten ömrü vefa etseydi Avrupa çapında bir tiyatro abidesi haline gelebilecekti. Nil Yalter var hâlâ Avrupa’da çok önemli bir pozisyonda sanatçı olarak. Fransa’daki sinema sanatçılarından, aklıma gelen, İstanbul’lu Tcheki Karyo.
Nesim Fintz, çok baba, çok önemli bir okulun hala başında yanılmıyorsam.
Ahmet İnsel, Paris 1’in rektörü olacaktı. Yani bir Türk’ün Paris 1 Sorbonne gibi bir üniversitenin rektörü olması, başına geçmesi muazzam önemli bir şey. Sonra Türkiye’ye döndü değiştirdi. İbrahim Çelik aklıma geliyor, Kudsi Ergüner diğer bir insanımız. Çok var unuttuğum.
Tabi Dr. Demir’den bahsetmeden olmaz. Kardiyolog Dr. Demir Fıtrat Onger var. Hâlâ çalışıyor, muazzam bir insan. Muazzamlığı nereden geliyor derseniz, hakikaten muayenehanesinin aşağısında kurmuş olduğu Anadolu Kültür Merkezi’nde düzenlediği yüzlerce sergi, Türkiye konulu etkinlikler. Türkiye’nin konularının Fransa’da savunulması. Bunlara devam ediyor Dr. Demir. Çok ayrıcalıklı bir insan.
Yayın konusunda önemli isimlerden Timur Muhittin var. Muhittin İranlı, Actes Sud adlı önemli bir yayınevinin Türk edebiyatı bölümüne bakıyor. Bugüne kadar Timur Muhittin sayesinde eseri yayınlanmış olan sayısız Türk yazarı var. Belki o eserler 10 bin satmıyor, belki hiçbiri Nobel almadı ama satış cirosu konusu çok önemli değil.
Aklıma gelen bir diğer isim “Monsieur Turquie”.

Tansu Sarıtaylı- Mösyö Türkiye’yi anlatır mısınız okuyucularımıza?

Kerem Topuz- Stéphane Yerasimos, nam-ı diğer (diğer adıyla) Mösyö Turquie. Çok önemli bir akademisyen, muazzam bir beyin. Yazdığı kitaplar saymakla bitmez ve o da çok genç yaşta vefat etti.
Ardından Frederic Hitzel’i söylemek lazım. Hitzel, Stefan Yerasimos’un yerini aldı ‘Mösyö Türkiye’ olarak. Hitzel’in EHESS Sosyal Bilimler Yüksek Okulu’nda görevi var. Türkiye ile ilgili her konuya bakar, Osmanlıca bilir, Türkçe bilir. Her ay yayınladıkları bir bülten var, ayrıca konferanslar, koloklar, seminerler, toplantılar düzenliyorlar.Saymakla bitmez.
Tabii Michel Bozdemir de var unuttuklarım arasında…

Tansu Sarıtaylı- Siz, Türkiye hakkında çıkan yayınları da yakından takip ediyorsunuz.

Kerem Topuz- Evet, örneğin, Frédéric Hitzel’in her ay başında ilettiği bir bülten var. O bültene baktığımda “Aman Allah’ım” diyorum. Türkiye ile ilgili, dinle ilgili, sufizm, aklınıza ne gelirse, her ay 10, 20, 30 tane kitap var. Yıl değil ha. Bir ay içinde çıkan kitaplar. Bazıları yanlı bazıları yansız. Çok önemli değil, ama Fransa’da Türkiye hakkında muazzam bir kültürel birikim var. Aslında Türkiye de çok aktif, her yıl yayınlanan kitap sayısı açısından hiç fena değil. Tabii satış miktarları çok düşük. Fransa’daki bu kültürel çalışmaları ben izliyorum. EHESS’te ve diğer okullarda yeni yetişen Türk çocuklar ve burada okuyan doktora öğrencileri bayağı faal. Çok ilginç yeni şeyler ortaya çıkmaya devam ediyor.

Tansu Sarıtaylı- Türkoloji alanında da mı?

Kerem Topuz- Türkoloji ayrı bir konu. Türkoloji konusunda Ruslar ve Macarlar ön plandaydı, biz ufak ufak arkalarından yetişmeye başlıyoruz. Çünkü Osmanlıca okumayı bilmek yetmiyor. Osmanlıca metinlerin anlamını ortaya koymak yani gerçekten Osmanlıca uzmanı olmak gerekiyor. Örneğin, bundan 20 küsur yıl önce yeğenlerimden biri, Nuri Akbayar, ‘Osmanlıca Yer Adları Sözlüğü’ hazırladı. Çok az sayıda ciddi akademik Osmanlıca uzmanı var, umudum onların sayısının artması. Çünkü üzerinde çalışılması gereken on binlerce belge var.

Tansu Sarıtaylı- Eski eserlerle ilgili bir çalışmada görev aldınız mı?

Kerem Topuz- Geçenlerde UNESCO’da bir uluslararası toplantı vardı, orada mütercim çevirmen olarak çalışıyordum. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-u Lügati Türk konulu. Katılımcıların çoğu Türk cumhuriyetlerinden ve Rusya’dan. Eserin Azeri yeni baskısı ve Rusça yeni tercümesi çok ilginç. Azerbaycan’da 1936 yılında tercümesini yapan önemli bir Türkolog vardı, ama o zamanlar Sovyetler, adamı Pantürkizmle suçlayıp 1937’de idam ettiler. Yani bizim Türkoloji konusunda çalışmaya devam etmemiz lazım. Kendi medeniyetimizin, dilimizin kökenlerini oturtabilmek için lazım.

Tansu Sarıtaylı- Fransa’da siyaset alanında Türk’lerin durumu ne?

Kerem-Topuz- Mesela Ergün Toparslan var, “Territoires de Progrès” (Terakki Toprakları) adını taşıyan, cumhuriyet değerlerine bağlı yenilikçi bir örgüte dahil. Cumhurbaşkanı Macron’un çizgisinde olan bir siyasi kuruluş. Örgütün sözcüsü ve Başkan yardımcısı. Çok sık televizyonlara çıkıyor, yani Fransızcası Fransız gibi.
Bunlarla birlikte siyaset dünyasında çok daha fazlasına ihtiyacımız var. Eğer tanınmak istiyorsak bu çok önemli. Cumhuriyetçi partinin içinde çok önemli bir görevi olan, Türk kökenli Agnès Evren var. Lakin, Türkiye söz konusu olduğunda Agnès Evren’in yaklaşımını bilmiyorum. İstanbul doğumlu, politikacı, eski senatör Esther Benbassa da var. Dinler ve İslam toplumu konusunda uzman. Buna benzer çok kıymetli birkaç başka insan daha da vardı Fransa’da. Ancak Türkiye olarak bunun üzerine gitmeyi, bu insanlardan yararlanabilmeyi tam bilemedik.

Tansu Sarıtaylı- Peki tekrar size dönelim. Sizin bohemlik merakınız geçince ne oldu?

Kerem Topuz- Benim bohem dönem bittikten sonra baktım böyle olmayacak, artık hakikaten ciddi para getirecek bir iş lazım diye düşündüm. Tabii bir kez daha, hiç aramadığım anda yeni bir kapı açıldı. Mütercim tercümanlık işi. Ben bu alanda öğrenim görmemiştim, bunun Fransa’da iki okulu var. Onlardan birisine gitmemiştim yani. Fakat bu mesleği yapan bir arkadaşım, İstanbul’lu Eliane Fresko gel birlikte çalışalım dedi. Bu meslekte çalışmaya öyle başladım. Yıl sanırım 1989 veya 1990. Yani 25-26 yıldır mütercim tercümanlık yapıyorum.

Tansu Sarıtaylı- Peki şimdi tercümanlık işleri nasıl?

Kerem Topuz- Azaldı mütercüm tercümanlık. Malum Fransa ile Türkiye arasındaki ilişkiler harikulade değil. Ayrıca özel sektörde İngilizce konuşmak bayağı moda oldu. Onun içindir ki, bazı sektörlerde, mütercim tercümanlardan çok daha az yararlanılmaya başlandı.

Tansu Sarıtaylı- Avrupa Birliği ile ilişkiler nasıl sizce?

Kerem Topuz- AB konusunda durumumuz oldukça kötü. Üyelik için 23, 24 tane fasıl var. Her fasıl toplumun bir konusuyla ilgili. Bir iki tanesi tamamlandı ve kapandı ama diğerlerinin hiçbiri açılmadı. Bir de bizi veto eden bazı ülkeler var.

Tansu Sarıtaylı- Seyahatlerde vize şartı çok gündemde. Bu konu hakkında görüşünüz nedir?

Kerem Topuz- Vize serbestisi çok zor bana kalırsa. Gümrük Birliği’nde kotaların güncellenmesi çok önemli. O da bir türlü ilerlemiyor. Bazen TIR’lar günlerce gümrüklerde bekletiliyor, rezil bir durum.
Halbuki, açık konuşmak gerekirse Türkiye şu anda AB mevzuatına uyum açısından Bulgaristan, Romanya, Yunanistan belki de Macaristan gibi ülkelere eşit veya üstünde. Ama ona rağmen bu durum devam ediyor.
Tansu Sarıtaylı- Bu konuda büyükelçilerin çalışmaları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Kerem Topuz- Büyükelçiler çok çalıştı, gerek Fransa’daki, gerek Belçika’daki büyükelçilerimiz. İşi ilerletebilmek için çok uğraştılar ama kolay olmuyor. Önemli büyükelçilerimiz görev yaptı Paris’te… Nurettin Vergin, Hasan Esat Işık, İsmail Erez. Büyükelçi Adnan Bulak çok önemli şeyler yaptı, İlter Türkmen, Uluç Özülker, Osman Korutürk çok iyi bir büyükelçi idi. Hakkı Akil o da iyiydi, Ali Onaner da var tabii, ki en büyük özelliği Macron’la birlikte aynı okulda okumuş olması. Ali Onaner, Fransa’da ENA mezunuydu, buranın mülkiyesi. Ona rağmen işler istenildiği gibi ilerleyemedi.

Tansu Sarıtaylı- İlerlemenin önündeki engel nedir peki?

Kerem Topuz- Malum, örneğin Ermeni meselesi. İsmail Erez’in 1974 yılında vurulmasıyla başlayan süreç. Erez, Paris’te vurulduğunda ben radyoda çalışıyordum, yarım saat sonra olay yerindeydim. Fransa’da Türk imajının bozulması, İsmail Erez’in vurulmasıyla başladı. Çünkü Asala Ermeni terör örgütü o zaman büyük ihtimalle de Fransa kaynaklı bir örgütlenmeyle bu olaylara başladılar. İzleyen yıllarda 1976, 1977’de, buna ilk şaşıran da biz Paris’teki Türk öğrencilerdik. Bunlara paralel olarak Fransız basınında yazılar çıkmaya başladı. Ermeni katliamı, soykırımı dediler. 1,5 milyon 2 milyon, 2,5 milyon, 3 milyona kadar çıktı. Kendi kendime “Allah Allah, bu bayağı muazzam bir sayı” dedim. Öğrenciler olarak bu konuyu aramızda incelemeye başladık. Epey uzun sürdü.

Tansu Sarıtaylı- O dönemde art arda şeyler yaşandı.

Kerem Topuz- Evet, bir de şu film var. 1978 yılında Midnight Express filmi muazzam bir darbe vurdu. Çünkü Midnight Express’te yer alan sözde Türk personajların hepsi, eksiksiz birer canavar, böyle lağımdan çıkmış garip yaratıklar havasında. Tabii onu gören Fransız seyirci Türkiye hakkında fikir değiştirmeye başladı. Hatta ilerleyen yıllarda “3 milyon Ermeni gitti, Pontus Rumlarının hepsini kestiniz, Süryanilerin hepsini kestiniz, Lübnan’daki herkesi, Ermenilerin hepsini kestiniz” diyenler…

Tansu Sarıtaylı- Canavar benzetmesi…

Kerem Topuz- Evet, ortaya çıkan bu yeni imajla “Türk canavarı” nereye gittiyse herkesi kesmiş (güya)…. Tamam tarihte her ülkenin iyi olayları olduğu gibi kötü olayları da var ama Osmanlı’da, Osmanlı hayranı olduğumdan değil, hakikaten bin yıllık bir devlet geleneği var. Hakikaten iyi işleyen bir hukuk düzeni var, hakikaten iyi veya kötü işleyen bir idare var. Yani bunların böyle olmaması gerekir diye düşünüyordum.

Tansu Sarıtaylı- Bu konuda muteber kaynaklar yok mu peki?

Kerem Topuz- Mesela Ermeni konusunda Kamuran Gürün çok önemli bir insandı. Kamuran Gürün, yazdığı ‘Malta Sürgünleri’ adlı kitapta bu olayı ayrıntılı şekilde anlatıyor. 1919-1920 yıllarında Osmanlı bitmiş, işgal kuvvetleri 120-140 tane Türk komutanı, paşayı alıyorlar Malta’ya gönderiyorlar. Amaç onları orada yargılamak ve idam etmek. Heyetin başında Boğos Nubar Paşa var, eski bir Osmanlı paşası, Mısır’dan yetişme. Boğos Nubar Paşa ölenlerin sayısını belgelendiren muazzam bir rapor hazırlamış, ve hayatını kaybedenlerin sayısı 300/350 bin olarak belirlenmiş. Yine muazzam bir sayı, orada sorun yok ama işte o 350 bin kişi zaman içerisinde 3 milyona kadar çıktı. O noktada dur demekte yarar vardı ama olmadı.
Bu arada Mustafa Kemal, 1921 yılında Malta’dakileri kurtaracaktır. İstiklal Savaşı sırasında birtakım İngiliz komutanları esir almış, diyor ki “Şu Malta’dakileri lütfen verin, yoksa bu İngilizler gelmeyecekler.” Onun sayesinde kurtuldular. Malta hikayesi böyle kapanır ama bu durum Fransa’da, Avrupa’da durumu değiştirmedi.
Tansu Sarıtaylı- Kerem bey, sizin eşiniz de Erminiydi değil mi?
Kerem Topuz- Evet, ben 1991 yılında çocuklarımın annesiyle tanıştım, daha sonra evlendik. Silva, Türkiye’li Ermeni. Sorun sıfır, iki tane de çocuğumuz oldu, Cem ve Sami. Bir ara Le Monde gazetesi bizimle bir röportaj yapmak istemişti. Amaçları da “Nasıl bir Ermeni bir Türk’le beraber olur” sorusuna cevap aramak. “Allah Allah… tabii olur yani niye olmasın?”

Tansu Sarıtaylı- Aramızda sorun yoktu dediniz. Peki Silva hanımın ‘soykırım’ iddialarına/konusuna yaklaşımı nasıldı?

Kerem Topuz- Silva, soykırım tezine inanan bir insandı.

Tansu Sarıtaylı- Peki siz ne düşünüyorsunuz?

Kerem Topuz- Ben soykırım hikayesine o kadar inanmıyordum. O röportajda da söyledim. Şöyle ki, “Evet, Hınçak veya Taşnak gibi birtakım örgütler, gerillalar, Anadolu topraklarında kendi bağımsızlığımızı elde edelim diyerek mücadele etmeye başladılar. Bu gerillaların sayısı birkaç bin kişiydi. Birkaç bin kişi illa Türkiye’de yaşayan milyonlarca Ermeni’yi bağlamamalıydı.”
Ben diyordum ki -Fransızca kelimeler kullanacağım- jenosid (génocide), yani, bir geni yok etme, yani son ferde kadar herkesi kesme anlamına geliyor. Ben diyordum evet Türkiye’de bir jenosid değil, “géocide” oldu, ‘coğrafi soykırım’ oldu. Yani bundan kastım Türkiye’de Ermenilerin yaşadığı bazen de gayet iyi şekilde diğer topluluklarla birlikte yaşadıkları yerler, evet, bugün neredeyse kalmadı. Hepsi göç etmek zorunda kaldılar. Evet çok sayıda insan öldü, o topraklarda yaşayan Türklerden de çok insan öldü.
Bunun tek çözümü, demiştim ki, zaten başladı gibi, Ermenistan’la Türkiye arasında bunu çözmek. Zamanında Erdoğan’ın teklif ettiği gibi resmi bir komisyon kurulsun örneğin. Ermenistan buna yanaşmadı. Yanaşabilirdi halbuki. Sorunlar çıkabilirdi, bunu da anlıyorum, derlerdi ki “sizin şu belgeniz sahte”, Türk tarafı da aynı şeyleri söyleyebilirdi. Ama en azından bir ilerleme olurdu -ki ufak ufak oluyor çok geç oluyor-, Allah’tan da oluyor. Dileğim, Ermenistan’la Türkiye arasında bu sorunun dostane yollardan, umarım çözülebilmesi.

Tansu Sarıtaylı- Peki sizce Fransa siyasetinde bunun yansıması nasıl?

Kerem Topuz- Bu konu hakkında Fransa’da bugün itibariyle Türkiye’nin imajı hala kötü. Yani diyelim ki benim Fransa’da bir siyasi parti içinde görevim olsa, bu Ermeni soykırımı hakkındaki resmi teze otomatik olarak evet demek zorundayım. Mesela Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlarla ilgili ne düşünüyorsunuz, otomatik olarak evet Yunanistan haklı demek zorunda kalacaktım. Mesela Azerbaycan, Ermenistan ve Türkiye’nin konumu ne düşünüyorsunuz, otomatik olarak Avrupa’nın tezini savunmak zorunda kalacaktım. Suriye için aynı şey. Libya için aynı şey vesaire. Yani küçük açılımlar olsa bile sorun bu şekilde Fransa’da devam ediyor.
Tansu Sarıtaylı- Kerem bey, Fransa’da siyasetten bahsetmişken, Fransız vatandaşlığınız var mı diye sorayım.
Kerem Topuz- Türk kökenli olarak diyeyim, gerçi kökenli kelimesini de sevmiyorum, ben hala Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Hayatım boyunca formaliteyi sevmeğim için hiçbir formaliteyi yerine getirmedim. Tabi oğullarım Fransız.

Tansu Sarıtaylı- Şimdi bu durumları dikkate aldığımızda Fransa’ya gelmiş olmaktan memnun musunuz?

Kerem Topuz- Bu soruya otomatik olarak cevap vermek çok zor. Çünkü ben istemeden geldim 3 yaşında geldim ama tabii ki memnunum.

Tansu Sarıtaylı- Kendinizi Fransız gibi mi Türk gibi mi hissediyorsunuz?

Kerem Topuz- Ne Fransız’ım ne Türk’üm, hem Fransız’ım hem Türk’üm, ikisi birden. Şöyle söyleyeyim mesela bundan 15 yıl evvel Fransa’da çok revaçta olan ‘Kim Milyoner Olmak İster’ programında süper iyiydim. Yani neredeyse milyonu kazanacak bilgiye sahiptim. Daha sonraki yıllarda Türkiye’deki ‘Kim Milyoner Olmak İster’ programını izlediğim zaman çabuk çuvallıyordum. Çünkü birtakım ortamda bulunmayınca o ortamda geçerli olan birçok ipucunu, bağlantıyı yakalayamıyor insan. Bu mümkün değil.

Tansu Sarıtaylı- Entegre olmakla ilgili olabilir mi?

Kerem Topuz- Şimdi entegrasyon ve asimilasyon konusu var. Entegrasyon, entegre olmak, uyum sağlamak, asimilasyon ise kendi kimliğini kaybetmek. Hem evet hem hayır… Fransa’ya bilinçli bir genç öğrenci olarak geldiğim yıl, arkadaşlarla sık sık taşraya turistik geziye gidiyorduk. 1973 yılında Fransa’da birçok yer, Paris’in 150-200 kilometre ötesindeki insanlar garip lehçelerle konuşuyordu. Çok kapalı ortamlar vardı. Yani eski Fransa hakimdi. Eski tip dükkanlar falan. Bir kahveye girdiğiniz zaman etraftaki herkes ‘bu kim’ diye garip garip bakardı. Onlar o yıllarda henüz asimile olmamıştı, entegre idiler. Fransızlardan bahsediyorum. Şimdi bugün 50 yıl sonra hepsi asimile olmuş durumda. Entegrasyon-asimilasyon farkı bu.
Mesela Fransa’nın (güney batısındaki) Bretonya bölgesinde konuşulan (Kelt koluna dahil) Bretonca dili var. Bir zamanlar Fransa’da Bretonca konuşmak yasaktı. Ama Bretonya önce asimile oldu, şimdi ise kendi kimliğinin arayışı içinde. Mesela Korsika, ondan hiç bahsetmeyelim, acayip şekilde kendi kimliğinin arayışı içinde. Bask bölgesi aynı şekilde kendi kimliğini arıyor. Dünya genelinde herkes kendi kimliğinin arayışı içine girdi.

Tansu Sarıtaylı- Peki bir gün Türkiye’ye dönüp orada yaşamayı düşünür müsünüz?

Kerem Topuz- Hayır. Çünkü en büyük avantajım, imtiyazım diyeceğim aşağı yukarı 2 ayda bir Türkiye’deyim. Türkiye ile bağları koparmadım, hem aileyle hem de iş dolayısıyla. Onun için hani bir gurbet özlemi içerisinde değilim. Ayrıcalıklı da bir konumdayım. İstanbul veya Ankara ağırlıklı olarak iki ayda bir Türkiye’de bulunduğum için öyle bir özlem olmadı. Çünkü sık sık oradayım. Tabii her yıl olmasa bile tatilleri Türkiye’de geçiririm.

Tansu Sarıtaylı- Peki çocuklarınız gidip Türkiye’de yaşamayı düşünür mü?

Kerem Topuz- Olabilir… ama bunun cevabı çok zor. Çünkü iki oğlumun da Türkçesi biraz turistik. Benim çocukluğumdaki gibi. Elimden geleni yaptım, zamanında çocuklar küçükken evde sürekli dublaj yapardık. Yani bir söylediğimi hem Türkçe hem Fransızca anlatırdım ama aşı tutmadı.
Fakat şuna inanıyorum, ki garip bir tez bu aslında, kök hücre olayı. İslam’da 41 gün duası var. Bilimin kanıtladığı olay, 40 gün sonra kök hücrelerin ölümü. Kök hücre, vücuttaki herhangi bir organı kopyalayabilen bir hücre. Lafı nereye götüreceğim? Benim küçük oğlum Cem 24 yaşında, Türkçesi turistik ama benden daha fazla Türk Sanat Müziği aşığı, Tülay German aşığı, Türk şarkıları hayranı. Çocuklarımla aram çok iyi. Ama ben bunları dinletmedim ki oğluma. Cem’e genetik olarak, kök hücrelerinden kültürel bir aktarım olmuş. Aksi mümkün değil.

Tansu Sarıtaylı- Sevgili Kerem Topuz bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim Benim sormayı unuttuğum sizin söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?

Kerem Topuz- Vallahi anılar çok fazla. Bir de özellikle 26 yıldan beri yaptığım bu mütercim tercümanlık işinde iki beyin birden çalışıyor çünkü bir beyin konuşulanı dinliyor öteki beyin anında çeviriyor. Otomatik olarak da, belleğimden o tüm duyduklarım siliniyor. Ancak hipnoz altında belki aklıma gelir, o da gelirse… En önemli anım, belki de Galatasaray lisesinde general De Gaulle’ü karşılamam.
Aklıma gelen bir diğer anı da şu: Fransa’da mütercim tercümanlık işimi çok iyi yapıyordum. Anım Fransa’nın önemli siyasi liderlerinden biri, Michel Rocard’la ilgili, ki Türkiye lehine “Oui à la Turquie”, yani “Türkiye’ye Evet” adlı bir kitap yazmış olan bir şahsiyet, Fransa’da çok önemli bir siyasi insan ve kendi arkadaşları tarafından da bu yüzden çok dışlanmıştı. Ben de bir gün Rocard’a tercümanlık yapıyordum. Benim bir özelliğim de birine çalıştığım zaman o insanın konuşma tarzını istemeden taklit etmek. Michel Rocard konuşuyor ben Türkçe’ye çeviriyorum, çevirirken Rocard gibi konuşuyorum, bu durumu farketti, beni çok sevdi. Konuşma bittikten sonra “Ya siz hakikaten çok iyisiniz” dedi. Tabi bu arada karşı tarafa da Türkçe olarak çeviri yapıyorum. Rocard, “Keşke zamanında siyaseti tercih etmiş olsaydınız, bizim yanımızda yer alırdınız” dedi.

Tansu Sarıtaylı- Kerem bey, bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

Kerem Topuz- Rica ederim ben teşekkür ederim

Kategori Tag

Yorumunuzu Ekleyin

E-mail adresiniz yayınlanmayacak.