Memlekette ilgi ve iltifat görmeyen kültürel eserlerle dünya çapında eserler yayınladı. Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türklerle ilgili röportajlarımıza devam ediyoruz. Bu seferki röportajımız, 55 yıl evvel Paris’e gelmiş ve dünyanın bir çok ülkesinde, Mevlevi sufi müziği üzerine konserler veren UNESCO barış elçisi Kudsi Erguner ile oldu.
Ney enstrümanını en iyi icrâ eden sanatçılarımızdan biri olmasının yanı sıra, Osmanlı müziğinin köklerini araştırıp albümlerinde kullanmış olan Kudsi Erguner, 1980’li yılların başında Paris’te Mevlana Enstitüsü’nü kurdu. Klasik sufi düşüncesini farklı ülke vatandaşlarına öğretmeye devam eden Kudsi Erguner, sayfalara sığmayacak başarılarla dolu hayatını okurlarımız için anlattı.
Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türklerle röportajlar devam ediyor. Bugün de Fransa’da yarım asırdan fazla bir süredir yaşayan ney üstadı Kudsi Erguner. Ergüner Erguner bize Fransa’daki yaşantısını anlatacak.
Tansu Sarıtaylı- Kudsi bey, Fransa’ya ne zaman ve neden geldiniz?
Kudsi Erguner- Bir Neyzen olarak Paris şehir tiyatrosunda gerçekleşen altı gün süren mevlevî Ayini gösterisine katılmak üzere Fransa’ya 1970 yılında geldim.
Tansu Sarıtaylı- Nasıl neyzen olduğunuzdan bahseder misiniz?
Kudsi Erguner- Geçmiş, geleceği hazırlar. Babam, dedem, hatta büyük dedem de benim gibi neyzendi. Müzisyen aile. Benim meşgul olduğum müzik, klasik Batı müziği değil, klasik osmanlı müziği, Fransa’ya geldiğim yıllarda üvey evlat muamelesi görmekteydi. Gerçi hâlâ öyle olduğunu söyleyebirilim.
Ben ilk kez 1967 yılında Konya’daki Mevlâna ihtifal programlarına katıldım. Şimdilerde Mevlâna’yı anma töreni deniliyor. O programlara 1967’den itibaren Paris’e yerleşene kadar her sene katıldım. Şunu da belirtmek lazım, Konya’da o zaman müzisyen semazen Mevlevi falan olmadığı için bütün heyet İstanbul’dan, küçük bir kısmı Ankara’dan geliyordu. Ben de İstanbul heyetinin içerisinde babamın başkanlığında devam ediyordum. Bir defasında 1970 yılında Avrupa’ya bir Mevlevi ayini gösterisi organize edildi, otobüsle gittik, onu anlatayım.
Tansu Sarıtaylı- Otobüsle Mevlevi gösterisi yolculuğuna mı çıktınız?
Kudsi Erguner- Evet. 1970 senesinde Paris’te Şehir tiyatrosunda (Théâtre de la ville) de bir Mevlevi ayini gösterisi organize edildi. O yıllarda bunun masrafını karşılayacak bir kurum yoktu. Konya’dan amortisörü bile olmayan bir belediye otobüsü ve Konya’dan dışarı dahi çıkmamış bir şoför ayarlandı. Gösteri için görevli olanlar o otobüse bindi. Konya’dan sonra İstanbul’dan da bizi aldılar. Biz o araçla üç gün üç gece devam eden bir yolculukla tangur tungur yola çıktık birçok kez de yollarda kaybolduk.
Tansu Sarıtaylı- Yolda kayboldunuz yani.
Kudsi Erguner- Evet otobüsle ulaştığımız Almanya’da kaybolduk. Üstelik Konya Belediyesi, masraf olmasın diye sadece barbunya konservesi ve beyaz peynir ayarlamış. Bunun dışında başka yiyecek yok. Bu şekilde çok çilekeş ama çok da neşeli bir yolculuktan sonra Paris’e ulaştık.
Tansu Sarıtaylı- Otobüsteki kadroda kimler vardı?
Kudsi Erguner- Gösteri için gelen heyette o devrin benim için büyük üstatları Saadettin Heper, Ulvi Erguner, Aka Gündüz Kutbay, Doğan Ergin, Cüneyt Kosal, Fahrettin Çimenli, Cinuçen Tanrıkorur, Kani Karaca da vardı. Biz o heyetle birlikte o yolculuğu yaptık.
Tansu Sarıtaylı- Peki Paris’e ulaştığınızda nasıl ilgiyle karşılaştınız?
Kudsi Erguner- Enteresandır, yıllardır Paris’ten Konya’ya Mevlâna törenlerini görmeye gelen bir Fransız kitlesi vardı. Bunların çoğuyla yakın dostluğumuz olmuşdu. Meselâ bir mimar vardı, Herve Baley ve ortağı Daniel Ginat, organik mimarinin Avrupa’daki temsilcilerinden. Bütün talebeleriyle diğer mimarlarla ve birçok Fransız sanatkarlarla her yıl Konya’ya geliyorlardı. Dolayısıyla burada hazır ve konuya yakın bir Fransız kitle vardı.
Tansu Sarıtaylı- O zaman çok gençmişsiniz.
Kudsi Erguner- Evet ben o zaman 18 yaşındaydım. O gösterilerde benim için enteresan bir vaka oldu. Çünkü Türkiye’de biraz dışlanmış bir konu ve Parisliler için farklı bir müzik olmasına rağmen, Paris Şehir tiyatrosu altı gün üst üste doldu taştı. Millet tiyatronun kapısında sıra oluyor hatta içeri girebilmek için münakaşa ediyordu. Öyle ki her akşam konser sonrası bir eve davetliyiz. Bir sürü insan bizi evine davet ediyordu. Öyle bir ortamı Türkiye’de yaşamak hiç mümkün değildi. O insanlarla babamın da yakın bir dostluğu vardı.
Tansu Sarıtaylı- Londra ve ABD seyahatleriniz de olmuş.
Kudsi Erguner- 1971 senesinde bir yıla yakın Londra’da yaşadım. Hemen ardından bir Amerika turnesi oldu. Bu arada TRT’ye müzisyen sanatçı memur olarak dahil oldum. Sonra İsveç’e bir turne oldu. Orada İsveç Kültür Bakanlığı tarafından, bizim için ülkenin bütün şehirlerinde konserler düzenledi. İsveç’te 40’a yakın konser yaptık. Dönüşte bize “İsveç’ten İstanbul’a direkt uçuş yok. Paris veya Roma’dan İstanbul’a aktarma yapacaksınız” dediler. Tabi benim de Paris’te dostlarım vardı. Özellikle sinema yapımcısı Pierre Marie Goulet. O da benim neredeyse yaşıtımdı. Ona haber verdim. “Odan hazır” dedi. Ben de Paris’te aktarma yapmayı tercih ettim. Ama niyet 10 gün kalıp İstanbul’a dönmekti. Yani Paris’te sürekli kalmak niyetinde değildim. Fakat Türkiye’den aldığım bir haber her şeyi değiştirdi.
Tansu Sarıtaylı- Türkiye’den ne haber aldınız?
Kudsi Erguner- TRT’deki işimden çıkarmışlar. Ben bir ay İsveç’te dolaştığımdan yani o süre boyunca işe gitmediğim için TRT’deki memuriyetim düşmüş. Evden de haber verdiler. O zaman çok üzüldüm. Çünkü TRT’de sanatçı olabilmek büyük bir sanatçı için büyük bir iltifat idi. Sözün burasında biraz geriye gitmek istiyorum. Ben okulu hiç sevmedim. Yani sınıfta oturup da böyle her şeyi bildiğini iddia eden bir öğretmenin diktesinden müthiş rahatsız oluyordum ama öğrenmeye meraklı idim. Hatta şöyle söyleyeyim: Ben okuldan kaçıp Evliya Çelebi okuyan bir gençtim. Yani herkes okuldan kaçıp sinemaya gider, biz arkadaşlarla tarih kitabı okurduk.
Tansu Sarıtaylı- Peki Kudsi bey siz nerede okudunuz?
Kudsi Erguner- Önce İtalyan Ortaokulu’nda okudum, böylece İtalyanca ve İngilizcem vardı, zaten İngiltere’de de yaşamıştım. Sonra Pertevniyal lisesinden okul dışından sınavlara girerek iyi derece ile liseyi bitirdim. Yani lise için okula gitmedim. Buradaki birçok Türk entelektüeli gibi Galatasaray’da, Saint Benoît’dan, Saint Joseph’ten falan mezun değilim, o yıllarda Fransızcam da yok. Liseyi dışarıdan bitirdim ve üniversite imtihanını da kazandım. İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne girdim. Buraya geldiğimde artık lüzumu yok diye orayı da üçüncü sınıftan terk ettim.
Buraya geldiğimde babamın dostu, mimar Herve Baley, Britanyalı, enteresan bir adam. Bana “Sen sanatçı adamsın, ne işin var senin ekonomide iktisatta falan, sen mimar olacaksın” dedi. Ondan sonra tutturdu mimarlık okuyacaksın diye. O zaman kendisi de, Paris boulevard Raspail’daki l’École Spéciale d’Architecture’de (Özel Mimarlık Fakültesi) profesördü. Bana sormadan benim kaydımı o okula yaptırmış. Zaten TRT’den atılmışım, cebimde de konserlerden dolayı biraz para var. Hadi bir deneyelim dedim. Nitekim hiç Fransızca bilmeden 1972 senesi ve 1973’ün ilk ayında modern matematik dersine girmeye başladım.
Tansu Sarıtaylı- Fransızca bilmediğiniz halde Paris’te mimarlık okuluna mı başladınız?
Kudsi Erguner- Evet. Olacak şey değil ama kaybedecek bir şey yok, her gün Fransızca 50 kelime ezberleme metodu uyguladım. Bir defterim vardı, Fransızca not ettiğim kelimeleri yazıyordum, onları ve manalarını ezberliyordum. O şekilde kısa sürede Fransızcamı ilerlettim. O derece ki bir yıl içinde Fransız devlet radyosunda Osmanlı müziği üzerine dört tane program yaptım. Hatta onların kayıtları duruyor. Neyse sonuçta mimarlıktan mezun oldum. Hatta ikinci bir okul daha okudum.
Tansu Sarıtaylı- İkinci okulunuz neydi?
Kudsi Erguner- Mimarlıkla beraber Nanterre üniversitesinde ‘müzikoloji’ okudum,. İkisinden de mezun oldum. Hatta mimarlıkta bir sene asistanlık yaptım. O senelerden çok hadise, çok detay var. Fransa’da müzik ve kültür çevresine girmem daha öğrenciliğimin ilk yıllarından itibaren başladı. İlk plağım da o dönemde çıktı.
Tansu Sarıtaylı- İlk plağınızı nasıl çıkardınız?
Kudsi Erguner- UNESCO ile çalıştım. İlk plağımı 1975 senesinde UNESCO yayınladı. Hemen akabinde Fransız radyosu OCORA koleksiyonunda iki tane plağımı yayınlandı. Kısa zaman içinde buradaki müzik çevresi içinde bir yer yapmış oldum. Théâtre de la Ville’e , Avignon Festivali’ne danışman oldum. Ardından Montpellier Dans Festivali’nin danışmanlığını yaptım. Kültür çevresi içinde önemli rollerim olduğuna inanıyorum. Önemli rol derken, bir sürü proje gerçekleştirdim. Ayrıca Türkiye’den sanatçılar getirdim, hatta Fransa’nın dışına da çıkarak Avrupa turneleri organize ettim.
Bir anda Türkiye’de dışlanmış, üvey evlat muamelesi gören Osmanlı mirası musikisiyle buradaki sanat çevresi arasında bir köprü kurmuş olduk acizane.
İnsanlar, başarılı olunca ben yaptım derler, başarısız olunca da ne yapayım kader böyleymiş diye ifade ederler. Ben ikisine de inanmıyorum. Bu tesadüf doğru yerde doğru zamanda olduğum için, birazcık da hani ‘kader rüzgarı’ beni bu tarafa attığı için, burada kaldığım için oldu. İsveç’teki konserlerin parası suyunu çektiğinde burs da yoktu zor bir dönem yaşandı, tabi konserler, turneler başlayana kadar.
Tansu Sarıtaylı- Peki ilk konserinizi ne zaman verdiniz?
Kudsi Erguner- Konserlere 1974 senesinde başladım ama öncesinde Paris’e ilk geldiğimde, meşhur Notre Dame De Paris katedralinde Bernard Maughin adlı bir bestecinin eseri olan oratoryo’ya solist olarak katıldım. Neye çok meraklı bir besteci oratoryo yazmış, ‘Hazreti İsa’nın Zeytidağı’na çıkışı’ için de bir ney parçası yazmış, işte orayı ben çaldım. Yani ilk konser yerim Notre Dame de Paris oldu.
Daha sonra Rennes’te bir festival başladı, Festival De Arts Tradisyonel. O zaman yine Suriye asılı Cherif Khaznedar ve eşi Françoise Gründ oranın müdürüydü, her ikisi de halen yakın dostumuzdur. 1974’te o konseri yaptıktan sonra oranın da danışmanı oldum. Türkiye’den sanatçılar getirmeye başladım.
Tansu Sarıtaylı- Peki o yıllarda Fransa’daki Türk nüfusunun durumu neydi?
Kudsi Erguner- 70’lerde Paris’te fazla Türk yoktu. Burada daha çok ressamlar ve siyasi problemlerden dolayı Türkiye dışında bulunanlar vardı. Türkler 1980’li yıllardan sonra başladılar, özellikle o yıllarda Türk işçileri gelmeye başladı. O yıllarda burada yaşayan sanatçılarla irtibatım oldu. Mesela Abidin Dino çok zarif bir insan, onu tanıdığım için çok memnunum. Tiyatrocu Mehmet Ulusoy ile de işlerim oldu, Yaşar Kemal’in ‘Orta Direk’ oyununun müziğini yaptım. Sonra Simyacı adlı oyununun da müziğini yaptım, hatta bu müziklerle iki defa Afife Jale ödülü aldım. Birkaç tane ressam da tanıdık Ömer Kaleş’i ve Utku Varlık’ı tanıdım. Ünlü sanatkar Sarkis’i de tanıdım ve iş birliği de yaptım.
O zamanlar burada pek fazla Türk çevrem yoktu. Biraz doktora için gelmiş üniversite öğrencileri falan vardı. Öğrenmeye meraklı bir insanım mimarlığın ve müzikolojinin dışında mesela Universite de Censier’de İslam felsefesi hocası vardı Muhammed Arkun, onun derslerine girerdim. Sonra Arapça ve Farsça öğrenmeye merak sardım. Sonra bir şey daha oldu, Peter Brook var meşhur tiyatro yönetmeni, Mantıku-Tayr yani Feridun Attar’ın ‘ Conférance des oiseaux’ diye tercüme edilen bir eserinin tiyatro oyununda ona danışmanlık yaptım. Sonra Mahabharata diye bir Hint efsanesi üzerine hazırladığı bir tiyatro piyesinin müziğine katkıda bulundum.
Tiyatro tarihinin en muhteşem oyunlarından biri. Öyle ki oyunun tamamı üç gün sürüyordu. Oyunun bir dünya turnesi oldu, Los Angeles Festivali’nde dört ay çalıştım. ‘Brooklyn Academy of Music’te dört ay çalıştım. İskoçya’da, Frankfurt’ta, İsveç’te, Lozan’da, Paris’te, Montpellier’de Avignon Festivali’nde bu oyunların gösterisi oldu. Hatta Tokyo’da, Avustralya’da Adel Festivali’nde, Perth Festivali’nde 4-5 ay kaldık. Ondan sonra JVC firması için Japonya’da çalıştım, Tokyo’da beş buçuk ay kaldım. Japonya’da 5-6 tane plağım CD’m var. Meşhur Hint şairi Sir Rabindranath Tagore’un şiirlerinden oluşan bir müziğin albümünü yaptık mesela ‘Mevlevi ayinlerinde peşrevler’ diye bir plağım var Japonya’da.
Hatta bir Kur’an-ı Kerim CD’si yaptım, Türkiye’de kaydettim, Japonya’da yayınladık.
Ayrıca Hindistan’da Pakistan’da yıllarca dolaştım. Oradaki müzisyenlerle tanıştım, kayıtlarını yaptım. Hatta mesela onlardan bir tanesi meşhur Nusrat Fateh Ali Khan Gawwali, çok büyük bir sükse yaptık burada. Onu Pakistan’da keşfettim. Elimde onun bir kaseti vardı. Çok uğraştık, en sonunda Faysalabad diye bir şehirde yaşıyormuş orada buldum kendisini, Paris’e davet ettim. Théâtre de la Ville’de üç konser yaptı, yıkıldı ortalık. Radyo Fransa onun iki tane CD’sini yaptı çok meşhur oldu.
Tansu Sarıtaylı- Bu çalışmaları Türkiye’de yapabilir miydiniz Kudsi bey?
Kudsi Erguner- Anlattıklarım gibi sadece Türkiye’nin yanı sıra dünyanın dört bir yanından birçok sanatçıyı da Türkiye’de ve Fransa’da tanıttım. Türkiye’de olsam belki bu çalışmaları yapmam mümkün olmayacaktı. O zaman belki TRT’den emekli bir memur olarak İstanbul’da oturuyor olacaktım. Kader böyle bir şey diyeyim.
Tansu Sarıtaylı- Doğru söylüyorsunuz. Peki siz buraya geldiğiniz yıllarda Fransızların Türklere bakışı nasıldı?
Kudsi Erguner- Benim Fransız çevrem Türkiye meraklısı, Mevlevilik hayranı, ney musikisi hayranı insanlardı. O sebeple böyle el üstünde tutulan bir insan durumundaydım. Onun dışında pek bir çevrem olmadı, ne Türklerle ne Fransızlarla. Çünkü her ülkenin bir avam kitlesi vardır bir de elit bir çevresi var. Ben burada Fransa’nın elit çevresini tanıdım. Film yapımcıları yazarlarla tanıştım, hatta ünlü yazar Albert Camu’nun oğluyla tanıştık, onun evinde konser verdik. Yazar Michel Random, Mevlana hakkında kitap yazdı, ona danışmanlık yaptım.
Bu arada benim yayıncılığım da var. Kitap yazdım, tercümeler yaptım. Hacı Bektaş’ın Velayetnamesini Fransızcaya çevirdik. Otobiyografim ‘’ La Fontaine de la séparation’’, ‘’Ayrılık Çeşmesi’’ olarak Türkiye’de eşim tarafından tercüme edilip İletişim tarafından yayınlandı. O kitap İngilizce’ye Yunanca’ya ve Portekiz diline çevrildi. Mevlâna’nın Mesnevi’sinden hikayeleri 1980 yılında Fransanın en önemli yayın evi olan Albin Michel tarafından yayınlandı. Ayrıca 25 yıl evvel Plon yayınevinde benim bir kitabım var. Ayrıca bir tane daha olacak.
Tansu Sarıtaylı- Yeni bir kitap mı geliyor?
Kudsi Erguner- Evet. Eşimle birlikte yeni bir kitap daha hazırladık. İnşallah nisan ayında çıkacak. Mevlâna hakkında doğru bilinen yanlışlar üzerine Fransızca bir kitap.
Bu arada 132 tane CD yayınladım. UNESCO’da yıllarca çalıştım, ses arşivini yaptım. France Müzik’te programım vardı, bilmem dinlediniz mi o yıllarda radyoda 15 günde birdi. Onu ben üstleniyordum
Tansu Sarıtaylı- İki sefer rast geldim. Dinleme şansım olmuştu. 1977 veya 1978’li yılıydı sanırım. Peki o zamanlar Fransızların Türklere bakış açısı nasıldı?
Kudsi Erguner- Şunun altını çizmemiz lazım. Fransız entelektüeller 1968 olaylarından sonra dünyaya açık bir bakış içerisindeydi. Yani biz ne iyiyiz ne kötüyüz. Dünyanın başka ülkelerinde ne kadar güzel şeyler varmış diye bir açıklık içindeydiler. 1968 nesli dediğimiz o nesil yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Şimdi Avrupa tekrar içine kapanmaya başladı. Bu yabancılar meselesi, ‘Araplar işgal etti’ gibi söylemler siyasi malzeme haline geldi. Halbuki 1968 nesli bizleri el üstünde tutuyordu, çünkü onların dünyalarına da bir katkımız vardı, sanatla, müzikle, resimle, edebiyatla. Dolayısıyla o ilişki daha pozitifti. Bugün Fransa aydını dediğimiz kesim bence biraz Amerika etkisinden kendi içine kapanmış durumda.
Tansu Sarıtaylı- Peki Kudsi bey siz bu topluma katkıda bulunmuş bir insan olarak Fransız vatandaşı oldunuz mu?
Kudsi Erguner- Fransız vatandaşı oldum. Ama kendi başvurumla değil, Fransız hükümeti beni vatandaş yaptı. Evimde otururken telefon geldi, arayan adam “Ben İçişleri Bakanlığı Özel Kalem Müdürüyüm. Belgelerinizi imzalamak için siz mi gelirsiniz ben mi geleyim” dedi. Ben hangi evrak olduğunu bilmiyorum, İçişleri Bakanı deyince de başıma bir iş mi geldi acaba diye endişelendim. Meğerse o zaman Marsilya Belediye Başkanı ve aynı zamanda İçişleri Bakanı Gaston Deffere idi. Ben de Marsilya’da bir sürü proje yapmıştım. O zaman beni tanıyordu, benim askere gideceğimi duyunca “Bunu vatandaş yapın” diye emir vermiş. Öylece Fransız vatandaşı oldum. Tabi bu arada ben Türkiye’de askerliğim de yaptım, o ayrı mesele.
Tansu Sarıtaylı- Demek ki şu andaki Fransızların yabancılara bakışı, yabancıların sayısının artmasından kaynaklanıyor.
Kudsi Erguner- Yalnız o değil. Şimdi tersine dönmüş vaziyette. Yani ben size diyorum şimdi her ülkenin bir eliti vardır, süzme insanı vardır, aydını vardır, okuyan bilen düşünen bir çevresi vardır. Türkiye’de de öyle Fransa’da da öyle. Fakat bu çevre azaldıkça, etkinliğini kaybettikçe bu sefer hani ‘France profonde’ dediğimiz, hiçbir şeyden haberi olmayan, sadece milliyetçi, hamasi bilmem ne şeylerle pompalanıp etrafa saldıran bir çevre oluşuyor. Türkiye için de geçerli bu Fransa için de geçerli. Tabi bu kesime pompalanan enerji ise şöyle “Bakın yabancılar geldi sizin ekmeğinizi yiyorlar” şeklinde. Yani bu çok basit bir slogan. Maalesef Fransa’da ve Avrupa’nın tamamında var. Hatta Amerika’da da aynı, orada şu anda daha kötü.
Tansu Sarıtaylı- Peki Kutsi bey Fransa’ya geldiğiniz için memnun musunuz?
Kudsi Erguner- Evet. Bana sık sık “Niye Fransa’da yaşıyorsun” diye soruyorlar. Ben diyorum ki “Fransa’da yaşamıyorum, Paris’te de yaşamıyorum. Ben evimde yaşıyorum. Bu ev İstanbul’da da olurdu, bilmem Amerika’da da olurdu. Kendi dünyasının içerisinde yaşayan bir insanım.” Bütün seyahatlerim ve çalışmalarım sonucunda benim şöyle bir iddiam var: “İki türlü sınır vardır. Bir siyasi sınır, bir de kültürel sınırlar. İstanbul gibi bir şehirden gelen ve oranın kültüründen yaşamış olan ve biraz benim gibi müziğinden bir Osmanlı mirasından etkilenmiş, bunlarla ilgili bir insan olarak şunu diyebilirim kültürel sınırlarımız bugünkü siyasi sınırlarımızın çok daha uzağında. Yani şimdi biz ne yapıyoruz bir milli kültür hevesinden ulusal bir kültür hevesinden o bütün o kültür dünyasını ezip büzüp o küçücük sınırların içine koymaya çalışıyoruz.
Ben bu sınırları kırmaya hevesliyim.” Niye hevesliyim, size bir misal vereyim. Timur’un torunlarından birisi var Hüseyin Baykara, Mirza Baykara, babamlar falan böyle bir musiki meclisi olduğu vakit o zaman çocuğun çok güzel bir an yaşandığında “Baykara Meclisi gibi oldu” derlerdi. Allah Allah Baykara ile ne alakası var diye düşünürdüm. Sonra öğrendim ki bu adam 15’inci yüzyılda Herat’ta Afganistan’da padişahlık yapmış. Bununla birlikte veziri Ali Şir Nevai, ilk Çağatay Türkçesinin sözlüğünü yazan adam. Baykara aynı zamanda bestekar. Bu kişinin bir eseri var, sözleri Hacı Bayram Veli’ye ait. “N’oldu bu gönlüm, n’oldu bu gönlüm, derdi gâmınla doldu bu gönlüm” diye bir şiir. Neva makamında bestelemiş.
Bunu niye anlatıyorum? Şimdi buna Afgan mı diyeceğiz? Çünkü Herat Afganistan’da. Türk mü diyeceğiz? Hayır bu çok daha geniş bir kültürel sınırın ürünü. O geniş sınırın içinde, Hatta Hindistan da var.. Babürşah o da Timur’un torunu olur. Baburşah’ın özel not defteri Türkçe yayınlandı, okuyorum ve benim konuştuğum dil. Hindistan’da devlet kuran adam. Mesela benim onun anısına bir albümüm var, adı ‘Baburnâme’ Hintli müzisyenlerle birlikte besteledim.
Şimdi şunu demek istiyorum “Bunu artık Türklük, Rumluk bilmem ne falan kültür çok daha geniş bir konu. Bence kültür ve sanat öyle bir milliyetçiliğin içerisine tıkılmış gibi değil. Doğrusu dersiniz ki bir eserin bestekarı Türk ise, o sebeple gurur duyarız. Ama bu bir devamlılık içerisinde gerçekleşti. Yani onun için bizim bugün klasik Türk müziği dediğimiz ve Osmanlı mirası ki esasında daha 9 ve 10 asırdan itibaren Nişabur’da Herat’ta, Hindistan’da, Tebriz’de, Bağdat’ta, Konya’da… Selçuklu zamanında bütün bu böyle dolaşa dolaşa gelmiş süzülmüş zengin bir miras. Bu sadece bizi değil bütün insanlık mirasını ilgilendiren bir konu. Onun için bu ölçüde bir çalışmayı ancak burada yapabilirdim. Türkiye’de bunu yapmam mümkün değildi.
Fransa’da olmam bana birtakım imkanlar sağladı. Burada bir sürü plak şirketleri vardı, onlar peşimde koşuyorlardı. Bize ne verirsin, var mı bir malzeme, varsa yayınlayalım diyorlardı. Kendi çaldığım dışında başkalarını da kaydedip yayınladım. Sadece Klasik osmanlı müziği değil halk müziği ile de çalışmalar yaptım, Arif Sağ’dan kaydettiğim müzikleri Fransiz Kültür bakanlığı yayınladı, Mesela Bektaşi Alevi müzikleri. Ali Ekber Çiçek, Turhan Engin’in kayıtlarını yaptım, UNESCO’ya bunları yayınlattım.
Türkiye’de yeni yeni keşfedilen konular. Yani ben ney değil de Batı flütü falan çalsaydım şimdi devlet sanatçısı unvanı verilip madalyalar alıyordum. Türkiye’den böyle bir şerefname de istemiyorum ama şurası muhakkak ki biz biraz üvey evlat olduk. Ama buna rağmen burada bir takım başarılarımız var diye, “Sen bizim adamımızsın” deyip kucaklıyorlar. O biraz iş işten geçti.
Tansu Sarıtaylı- Peki Kudsi bey bir gün Türkiye’ye dönüp orada yaşamayı düşünür müsünüz ?
Kudsi Erguner- Şöyle bir his içerisindeyim: İnsanın hayalinde bir dünya var. İstanbul, çocukluğumun geçtiği, dost çevremizin olduğu yer. İstanbul’dan ayrıldığımda, 1970’li yıllarda nüfus bir milyon iki yüz bin dolayındaydı. Oysa on yıl sonra yani 1980 de trafiğe kayıtlı İstanbul plakalı araba sayısı 2 milyon 750 bin. Yani böyle bir patlama yaşıyor İstanbul. O patlama hem şehrin yüzünü değiştiriyor hem de insanlar değişiyor, insanların ilgileri değişiyor. Yani insan biraz hemcinsini arıyor. Bir şair var, diyor ki bir kargayla bir bülbülü beraber dolaşırken gördüm. Ne işleri var bunların diye baktım, sonra anladım ki ikisi de topalmış diyor. Yani bir ortak şey olması lazım. İnsanlarla paylaşacak bir şey bulabilmek gerekiyor. Şahsen, Türkiye’deki insanlarda o ortak şeyin, yavaş yavaş kaybolduğunu düşünüyorum. Maalesef ortak pek bir şeyimiz kalmadı.
Tansu Sarıtaylı- Peki çocukların durumu nasıl? Çocukların Türkiye ile bağları ne durumda?
Kudsi Erguner- Çocuklar bir nostalji içindeler. Çünkü onlar için Türkiye’ye gidiş sadece bir tatil vesilesi. Dostlarla birlikte yeniliyor içiliyor, geziliyor. Günlük hayatın meşakkatini yaşamadıkları için pek o kadar farkında değiller. İki oğlum, bir kızım var. Benden daha fazla Türkler, yani Türkçeleri gayet iyi. Hatta kızım Türkçe deyimleri falan araştırıyor, onları daha iyi kullanıyor. Çocuklarımın üçü de çok şükür iyi yetiştiler. Üçü de buradaki konservatuardan mezun oldu. Bunun yanında yine de okul tahsili yaptılar. Mesela büyük oğlum Selman Faris 20’nci yüzyıl tarihi üzerinde metriz yaptı ve müzisyen, CALARTS, l’American School of Modern Music’ dan mezun oldu , Los Angeles’de Jazz ve film müzikleri üzerine eğitim gördü. Diğer oğlum Université Paris VIII Vincennes – de Sinema lısansı yaptı, senarist olarak çalışıyor. Kızım, yüksek matematik lisansı ve İlim ve sanat üzerine Londra’da master yaptı, şu anda Londra’da Notre Dame adlı bir Amerikan üniversitesinin yönetici kadrosunda.
Tansu Sarıtaylı- Peki çocukların yetişmesinden ve kendi hayatınızdan memnun musunuz?
Kudsi Erguner- Ben onlara her zaman şunu söylüyorum: İyi tahsil yapmışsınız. Para kazanmışsınız, bu hiç önemli değil. Ben Paris’e ikinci kez geldiğimde cebimde 80 kuruş vardı. Maddi konu bir kazanım değil. Mühim olan, arkana baktığında düzgün bir hayat yaşadığına, namuslu, dürüst bir hayat yaşadığına inanıyorsan onun huzuru yeter.
Bir adama sormuşlar malını mı seversin günahını mı? Demiş ki ‘Tabii ki malımı severim, günahı niye seveyim?” Peki demişler ölünce niye günahını götürüyorsun? Malını burada bırakıyorsun. Yani burada bırakılacak şeyimiz bir kültür mirası, birtakım değerler olmalı. O değerleri ben çocuklarımla paylaşıyorum. Çok şükür onlar da o değerlere sahip çıktılar.
Tansu Sarıtaylı- Kudsi bey, bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Benim sormayı unuttuğum veya sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Unutamadığınız bir anıyı da paylaşabilirsiniz.
Kudsi Erguner- Bende anılar çok. İtalyan Ortaokulunda bir arkadaşım vardı, Leon Kuyumcuyan. Aynı sırada yıllarca beraber okuduk, sonra birbirimizi kaybettik. Bir gün İstanbul’da bir konserim vardı, konserden sonra uçağa yetişeceğim, bu beni buldu otele geldi. “Ya Kudsi 40 yıldır görüşmedik, bir kahve içelim ne olur” dedi. “Bir saatim var, yarım saati sana yarım saati bana” dedim. 40 yılı nasıl anlatıp yetiştireceğiz derken vallahi 5 dakikada bitti hayatımız. Yani doğdum, büyüdüm, yaşadım, öldüm. Özetle hayat bu esasında. Fakat bütün bu şeyin içinde insanın vesile olduğu güzel şeyler oluyor. Şahsen ‘Türk kültürüne hizmet ettim bilmem ne’ öyle palavralara hiçbir zaman iltifat etmedim.
Ben sevdiğim, meraklı olduğum konularda çalışmalar yapabildiğim için çok memnunum.
Söylemeyi unuttuğum bir şey daha var. Hollanda’da Rotterdam’da bir devlet konservatuarında bir makam bölümü kurdum. Orada 15 senedir bir sürü talebem yetişti. Çinli, Yunanlı İngiliz, Fransız… Dünyanın her yerinden talebe yetişti. Aynı şekilde 14 ve 15 yıldır Venedik’te ‘Birun’ diye bir programı yönetiyorum. Her sene de orada bir çalışma yapıyoruz, CD’sini yayınlıyoruz, konserini yapıyoruz. Bu çalışmalardan memnun olduğum şey sevdiğim şeyleri yapabilmek ve paylaşabilmek oldu. Tabi bu herkese nasip olmayan şeyler.
Tansu Sarıtaylı- Peki en son yaptığınız bir çalışmayı okuyucularımızla paylaşabilir misiniz?
Kudsi Erguner- Demin söylediğim gibi kültürün sınırları çok geniş, sanılandan daha geniş. Bunların içinde müzik çok önemli yer tutuyor. Çünkü müzik bir toplumun nektarı, yani bir medeniyetin nektarı. Biz bunları yıllardır Ermeni, Rum, Yahudi demeden paylaşmışız. Venedik’te bir konser düzenledim, bunu Türkiye için UNESCO’ya önermiştim, fakat Türk delegasyonu konuyla pek ilgilenmedi. Ancak UNESCO’nun Genel Müdiresi Madam İrina Bokova, bu projeden çok memnun oldu. Ama finansal destek olmadığı için ben önce Singapur’da sonra Venedik’te yaptım bunu. YouTube’da bulmak mümkün. Burada konu nedir? Makamsal olarak hepsi aynı makam. 1430 senesi civarında yaşamış Koukouzelis İstanbul’da Bizans müziği bestecisi, onun eserlerini bulduk. Petrakis Lados, neyzen aynı zamanda Galata Mevlevihanesinde ‘Neyzen Başı’. Adam hem patrikhanede hem Galata Mevlevihanesi’nde Neyzen Başı. Yani şunu söylüyorum ortak olan konu.
Ayrıca İstanbul Yahudilerinin ilahisi ‘Maftirim’ diye bir müziği var, makamlar üzerinde bestelenmiş. Yaptığım konserde beş tane Türk okuyucu, fonetik olarak yazılmış şekilde iki tane Bizans müziği, iki tane Osmanlı ilahileri, klasik müzikten iki tane, Farsça meşhur İranlı şair Hafız-ı Şirazi’nin İstanbul’da bestelenen bir şekli İsmail Dede tarafından olan, daha sonra iki tane Arapça Zekai Dede’nin, yine İstanbul’da bestelediklerinden. Biz, bunlara ‘şugul’ diyoruz. İki tane Ermenice ‘şaragan’ diini eser denilen var. Bunların hepsi makamsal. Böyle ikişer ikişer bir proje yaptık. Onun video kaydı var, en övündüğüm meselelerden biridir. Sözleri de İngilizceye tercüme ettik, okunurken altyazıyla geliyor. Venedik’te 15’inci yüzyılda yapılmış bir bazilikanın içinde yaptık.
Böyle çalışmalar Türkiye’de çok popüler değil. Şunu demek istiyorum, benim Fransa’da yaşamakla ilgili memnuniyetimin bir temeli de bazı şeyler var ki bunlar o günün o dönemin popüler konusu değiller. Popüler olmayınca maddi olarak bir destek bulamıyorsunuz. Dolayısıyla bunların kurumlar tarafından yapılması lazım. Türkiye’de birçok kurum kalıcı bir çalışma içinde değil. Ne Kültür Bakanlığı ne bilmem ne. Bence kalıcı ve derinlemesine bir çalışma yok. Kurulan vakıfların çoğu gelip geçici şeyler günlük çalışmalar peşinde . Ama burada çalıştığım vakıflar mesela Venedik’teki Çini Vakfı, daha başka birçok vakıf, bana bir takım çalışmaları yapabilme fırsatı verdi. Türkiye’de yıllarca İKSV müzik festivali’nin Yönetmeni Melih Fereli bana destek oldu, Ayrıca Türkiye’de ‘İmaj’ müzik ve prodüksiyon firması kurucusu Cemal Noyan bana büyük destek verdi, 6-7 tane albüm yaptım orada. Yani böyle destekler olmayınca bir şahsın kendi başına bunları yapması mümkün değil. Allah bu şartları, bu imkanları önüme koydu ve ben de iyi değerlendirmeye çalıştım. Memnun olduğum şey sevdiğim şeyleri yapabilmek ve paylaşabilmek oldu. Herkese nasip olmayan şeyler bunlar.
Tansu Sarıtaylı- Çok teşekkür ederim Kudsi bey ağzınıza sağlık.
Kudsi Erguner- Ben teşekkür ederim.