YARIM ASIRDIR FRANSA’DA YAŞAYAN TÜRK RESSAM UTKU VARLIK

293
4 Haziran 2024 tarihinde Tansu Sarıtaylı tarafından eklendi

Sanatın birleştirici gücünden dijital iletişim ve kaos çağına, Fransa’da yarım asırdır yaşayan Türkler serisinde bu sefer bir sanatçıyla, ressam Utku Varlık ile birlikteyiz. Kendisi İstanbul’da akademide tahsil görüp, devlet bursuyla 1970’te Paris’e gelmişti. O yılların sosyolojik değişimlerini, çevresel bağları, Nazım Hikmet’in iki ülke arasındaki köprü vazifesini anlatan Varlık, insanların varoluşsal sorunlarına ve kaos çağına dikkat çekti.

1965 yılında Fransa ile Türkiye arasında imzalanan iş gücü anlaşmasının üzerinden yarım yüzyıl geçti. 2025 yılında iki ülke arasında yapılan iş gücü anlaşmasından olmasa da eğitimi için Fransa’ya gelmiş, eğitimini tamamlayıp Paris’te ressam olarak kalmış ve yarım yüzyılı devirmiş ressam Utku Varlık, yaşadığı yarım yüz yılı anlattı. Gelecek yıl iki ülke arasında yapılan anlaşmanın 60.yılını geride bırakacağız, Fransa’ya 50 yıl evvel gelen ve hayatta olan bazı vatandaşlarımızla Fransa’da yaşadıkları yarım yüz yılı konuştuk, onlar anlattı biz de sizlere onların anlattıklarını burda aktardık. Geçmişte Türkiye’deki ve bugün Fransa’daki hayat hikayelerini buyurun kendi seslerinden dinleyiniz. Bugün ki konuğumuz 54 yıldır Fransa’nın başkenti Paris’te yaşayan ressam Utku Varlık

Tansu SARITAYLI- Utku bey Fransa’ya ne zaman geldiniz?

Utku VARLIK- Fransa’ya 1970 yılının temmuz ayında geldim. Akademiden 4 yıllık devlet burslusu olarak gelmiştim. 1416 sayılı kanunla öğretim üyesi olarak akademiye tekrar dönmek üzere burslu olarak gelmiştim. Çünkü ben bir ödül almıştım, bu kanunun özelliği de ödül alanların dışarıya eğitim amaçlı gönderilmesiydi. Bana nereye gitmek istediğimi sordular. Ben önce New York (ABD) olsun istedim. Ancak Amerika çok uzak diye düşündüm, Fransa olsun dedim. Paris o zamanlar epey gözde bir kentti, bütün ünlü ressamlarımız burada yaşıyordu. Paris’e gelmişler ama çoğu zorunlu askerlik sebebiyle geri dönememişler. Bazılarıysa siyasi sebeplerle Türkiye’ye giriş yapamıyor. Ama çoğunluğu Abidin Dino gibi, resim sanatı serüvenini burada sürdürmek için Paris’e gelmişti. 1970’te geldiğimde burada yaşayan (Türkiye’den) yaklaşık 30 sanatçı vardı.

Benim gibi Mehmet Güleryüz de burs kazanmıştı. Ayrıca Nur Koçak ilk gelenler arasındaydı. Bizden önce ressam Adnan Çoker gelmişti. İlginç ama devlet akademiden burslu göndermeye devam etti. 1973’e kadar hemen hemen 15 ressam burslu olarak Paris’te buluştuk. Böylece burada inanılmaz bir çevre oluştu. Sanki İstanbul’daki akademiyi Paris’e getirmişiz gibi. Tabi o yıllarda sadece akademiden değil diğer üniversitelerden, başka bölümlerden gelenler de var. Gazi Eğitim Enstitüsü var mesela. Oradan burslu gelenlerin sayısı 30-35. Ayrıca kendi parasıyla okumaya gelenler de var.
Paris’e gelince buradaki Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim. Amacım dönüp litografi ve gravür profesörü olmaktı. Çünkü Profesör Sabri Berkel beni bekliyordu. Onun için hemen buradaki akademiye kayıt oldum. Oradaki litografi atölyesine Profesör Georges Dayez (1907-1991) ile beraber çalışmaya başladım. Bu dört yıla litografi öğrenmek ve büyük atölyelerde çalışmak üzere başladım.

O zamanlar Paris’te Güzel Sanatlar Akademisi’nden tutun da bütün galerilerde perşembe ve cuma günleri büyük sergiler açılırdı. Dünyanın en ünlü ressamları gelip burada eserlerini sergilerdi. İşte biz o yıllarda bu şehre düştük. Burada yaşayanlar çok iyi bilir, Paris 1990’larda başlayan ‘çağdaş sanat’ gibi, ‘contemporari’ gibi bir takım yeni akımlar sonucunda resim sanatı yok oldu. Yani galeriler de beraber aynı sonu yaşadı. En son doğru düzgün diyebileceğimiz Bernard diye büyük dünyaca ünlü bir galeri var o da kapandı, adamın ölümüyle. Paris şu anda çok ilginç durumda. Şehir, başka bir şeyin, çağdaş sanatın öncülüğünü yapıyor. Milyarderlerin, büyük lobilerin etkisiyle yine gözde bir şehir. Çağdaş sanat adına iyi fakat bizim yaşadığımız o yılların (70’ler) kültürel sinerjisi yok oldu. Şunu söyleyebilirim ki o zamanlar bizim yaşantımızdaki en büyük ve şanslı olaydı. Yani şans diyorum ben buna. Paris kültürel bir kentti, bizim sevdiğimiz bizim düşündüğümüz Fransa buydu biz onu yaşadık.

Tansu SARITAYLI- Fransa’ya geliş amacınızı öğrendik. Peki buraya geldiğinizde nelerde zorlandınız?

Utku VARLIK- Fransa’da zorlanmak öncelikle dildi. Çünkü çoğunlukla İngilizce öğreniyor insanlar. O yıllarda Türkiye’de de Fransızca için birkaç yer var. Galatasaray, Saint-Benoi, Saint Josef gibi okullar vardı. Benim arkadaşlarımın veya ilişkide olduğum insanların çoğu bu okullarda okumuşlardı. Yani Fransızca’yı ortaokuldan liseden öğrenmişler, gayet güzel Fransızca konuşuyorlardı. Fakat Fransızca bilmeyenler, İngilizce bilerek buraya gelenlerin çoğu önce dil sorunu yaşıyor. Fransızcayı çözdükten sonra Paris’e girersiniz Parisli olursunuz.

İlk yıl belki en güç yıl. Fakat bizim okulumuz güzel sanatlar akademisiydi, dolayısıyla sanat çevresine daha kolay katılabiliyorsunuz, entegrasyon kolay oluyor. Dolayısıyla geldiğimiz ilk yıl çok güzeldi diyebilirim. O zamanlar burada akademi bir Babil Kulesi gibiydi. Bizim atölyede 25 ülkeden gelen öğrenciler veya ressamlar vardı. Biz İstanbul’da akademiyi tamamlayıp Paris’e gelmiştik. Orada akademide doktora olmadığı için biz çalışmaya geldik. Yani buradan alacağımız diploma yok. Fakat diploma için gelenler bütün ülkelerden genellikle Güney Amerika ve çok ilginç dünyanın 25 ülkesinden gelenler atölyede karşılaşıyor. Bu da büyük bir imkan sağlıyor.

Başta her şey iyiyken, Türkiye’de ekonomik durum kötüleşti, siyasi ortam karıştı, Amerikan 6. filosu gelmiş İstanbul’a demirlemiş. Orada öğrenci olayları oluyor, Amerikan bayrakları yakılıyor… Türkiye’nin üzerinde birtakım karanlık bulutlar vardı. Biz gelmeden hemen önce… Akademinin önünde gösteriler oluyordu. Dev Genç İstanbul Üniversitesi’nde büyük mitingler yapıyordu. Tabi aslında provakasyon faaliyetleri var. Çoğunluk bunun farkında değildi. 1971 ve 1972’ye doğru iş ciddileşmeye başladı. Paris’te Saint Michel’de Türk devleti tarafından alınmış bir lokal (Öğrenci Birliği) vardı. Bu öğrenci birliğine herkes giriyor. Tabi biz burslu olarak gelmişiz, hiçbir şekilde politik bir harekette yer alamayız. Ancak kendi imkanlarıyla okumaya gelenler, Almanya’dan falan gelenler için durum farklıydı. Bazılarının birtakım siyasi amaçları vardı. Birçoğu da bizim tanıdığımız çocuklar. Dolayısıyla bu öğrenci birliğinde bir tavır oluşmaya başladı, Türkiye’de olduğu gibi sağ-sol çekişmesi ve kavgalar patlak verdi. Büyük gruplaşmalar oluyor, nutuklar atılıyor…

Fakat bu garip değişim bizi ilgilendirmiyor. Ancak bu atmosfer içinde bizim burslar aksamaya başladı, bir ay yattı bir ay yatmadı, sonra tekrar yattı… O şartlarda burada yaşamak için denge uzmanı olmak gerekiyordu. Ekonomik kaynak da olmayınca ne yapacaksınız? Yaşamak için hizmetçi odası kiralamaktan başka çaremiz yoktu. O ufak odalarda kalmak, arkadaşlıkları sürdürmek, birbirini desteklemek… Hepsi hesap kitap ve denge işi. Bu arada Paris’e daha önceden gelmiş ressam dostlarımız, Abidin Dino başta olmak üzere bize yardım ediyorlardı. Dolayısıyla buraya gelmenin keyfini çıkarmaya başladık. Çünkü bu ressamları tanımıyorduk yani kişi olarak değil ressam olarak biliyorduk. Onlar askerlik veya siyasi sebeplerle Türkiye’ye giremiyordu. Bizim de onlarla karşılaşmamız Fransa’da mümkün oldu.Bu ressamlardan burada resim satarak yaşamayanlar çok azdı. Hatta Hıfzı Topuz bunu yazdı. Topuz burada, UNESCO’da çalışıyordu ve durumu çok iyiydi. Çevreyi de çok iyi süzüyordu. Aslında Hıfzı Topuz bunu kitaplarında çok iyi anlattı. Ressamların yaşadığı zorluklar, yaşamlarını nasıl sürdürdükleri…

Galeri bulup eserlerini sergilemek, ünlü bir ressam olmak bütün ressamların düşüydü. Fakat bunun gerçekleşmesi çok zor. Buraya 1960’lı yıllarda gelmiş, Mübin Orhon’u tanınmış isimlerden sayabiliriz. Abidin Dino, genel olarak Louis Aragon’un çok yakın dostuydu. Tabi ki Nazım Hikmet… Dolayısıyla Komünist Partisi’nin desteklediği isimler. Benzer şekilde şair Louis Aragon. Fransız Komünist Partisi Fransa’da sanatı yöneten bir partiydi. Bütün galeriler, bütün dergiler, tamamen Komünist Partisi’nin ve Louis Aragon’un kontrolündeydi. Yani siz eğer Aragon’un seçtiği bir dergi değilseniz veya kitap editörü değilseniz, kitap çıkarmanız bile güçtü. Çünkü her şeyi kontrol ediyorlardı. O yıllarda birtakım büyük sergi salonları, mesela ‘Mayıs Salonu’ olsun ‘Sonbahar Salonu’ olsun bütün buralarda sergi yapma olanağımız oldu. Elbette bu, Abidin Dino’nun Aragon ile olan dostluğu sayesinde gerçekleşti. Bu şekilde 25 kişi 1975’te büyük bir sergi de yaptık. Louis Aragon’un ‘Le Paysan de Paris’ adlı kitabının ismini koyarak Peyzan de Paris (Paris Köylüsü) ismiyle yaptığımız büyük bir sergiydi. Sonra 1976’da büyük bir sergi daha yaptık.Çevre ve öncü önemli

Ayrıca kültürel galerilerde Nazım Hikmet’i ele alan etkinlikler gerçekleştirdik. Nazım’ın ismi, Nazım adın olsun, Türk ressamları gibi isimlerle sergiler yaptık. Bu da gösteriyor ki aslında başı çeken birisinin olması gerekiyor. O şartlar altında başladı olay. Şimdi onun devamındaki durumlar, bursumuzun gelip gelmemesi gibi konular geçici oldu. Buraya da alışmıştık. Alıştıktan sonra daha fazla çevre ediniyorsunuz. Fransa’da şöyle bir şey var, bir gruba girerseniz, dostlarınız olursa oradan bir genişleme oluyor. Genişleme olması çok ideal bir şey ressam için. Bu şekilde resim satmaya başlıyorsunuz. Resim satmaya başladıktan sonra da size bir takım bir yollar, imkanlar çıkıyor.
Aradan onlarca yıl geçti, bugün artık Türkiye ile kontağı kesmiş durumdayım, çünkü burada yaşıyorum. Şayet buraya genç bir sanatçı olarak bugün gelsem ne yapardım bilemiyorum. Her şey için çevre olması şart. Önemli olan önce o sanat çevresini bulmak sonra o çevreye girmenin yollarını kullanmak. Biz bulduk ve olay orada başladı.

Tansu SARITAYLI- İlk yıllarda Türkiye’den neyin özlemini çektiniz? Fransa’da bulamadığınız bir şey oldu mu?

Utku VARLIK- Biz 1960’lı yıllarda Türkiye’de harika bir on yıl yaşadık. Benim Türkiye’deki çevrem çok genişti. Bu çevre, genel olarak Türk yazar ve şair ile entelektüel gruptu. Edip Cansever gibi Turgut Uyar gibi aklımıza gelen gelmeyen birçok kıymetli sanatçı vardı o çevremizde. O yıllarda İstanbul 2.5 milyon nüfuslu müthiş bir şehirdi. Belirli alanlarımız vardı, oturmak için, konuşmak için. Herkes oralara gelirdi. Adeta bir kentin yaşadığını gösteren yerler. Fakat bugün birçok şey kayboldu. İnsanlar çoğalırken, kentler mega büyük yaşam alanları oldu. Bu durum birçok şeyi değiştirdiği gibi yaşamımızı da değiştirdi.

Üniversitelerimde bu durumun eksikliğini hissettim. Akşam gittiğim yerde sevdiğim adamlarla konuşmak, oturmak, tartışmak, bir yerde içmek gibi şeylerin eksikliği… Çünkü geldiğimiz yerde durum eskisi gibi değil. İnsan nostalji arıyor. Nostalji de eskisi gibi değil. Şimdi biz burada yine gruplar halinde akşamları programlar yapıyoruz ama oradaki eski günlerin tadı yok. Yani o İstanbul’un tadı yok, burada o nostalji yok. Nostalji yok olduktan sonra özlem de yok oldu. Çünkü toplumlar değişiyor. O toplum, senin istediğin, özlediğin toplum değil. Yani benim buradaki ilk yıllarımda eksiklik olarak gördüğüm bir tek bu durum vardı. Yani yaşadığım çevrenin özlemi, başka bir şey değil.

Tansu SARITAYLI- Fransızların o yıllardaki Türklere bakışı nasıldı?

Utku VARLIK- O yıllarda Fransa’da çok Türk yoktu ama Türkler ve ‘Türk mahallesi’ vardı. Türkler kompakt yaşama durumuna henüz girmemişti. Tabi biz sanatçıların durumu daha farklıydı. Bize ayrı bir gözle bakıyorlardı. Bizden resim alıyorlardı. Fransa’ya göreve gelen büyükelçi olsun konsolos olsun ilk aradıkları insanlar sanatçılar, ressamlar oluyordu. Bu da farklı bir çevre oluşturuyor. Tabi yalnızca ressamlar değil. Burada yaşayan entelektüelleri de söylemek lazım. Hıfzı Topuz gibi birçok entelektüel buraya gelip gidiyorlar.

Genel olarak Paris’e gelen çok çizer var. Daha önce burada yaşamış, her yıl Paris’e gelip bu şehrin havasını koklamak, o entelektüel yapıyı tecrübe etmek için gelenler. O duygu ve düşüncelerle her yıl Paris’e gelip o Paris’in havasını koklamak istiyorlar. Nasıl Paris’e gelirim, nasıl Paris’in o bilge havasını alırım. Bu sebeple her zaman birisi gelirdi Paris’e. O yıllarda bugünkü gibi vize sorunu da yoktu. Tabi yine maddiyat, para konusu önemliydi. Fakat yine de o para bulunur, nasıl olursa olsun her gün Quartier Latin’de bir Türk’e rastlanırdı.
Buraya ilk geldiğimiz zaman Türk bakkalı yoktu. Mesela rakı alacak yer yoktu. Ermeni mahallesine gidilir, Ermenilerden alış veriş yapılırdı. Sanki Cadet semti bizim mahallemizdi. Ermeniler kendi varoluşlarını oraya koymuşlar, Cadet de büyük bir mahalle. Orada Haraçcıyan gibi büyük bakkallar vardı, onlardan alışveriş yapardık. Rakı, meze oradan alınırdı. Aramızdaki o büyük sapmalar olmadığı zaman hayat çok güzeldi.

Sapmalar insanları birbirine düşürüyor

Sapmalar, insanları birbirine düşürmek. Sapma olunca, bir hesaplaşma düşüncesi oluyor. Ermeniler o zaman hiçbir şekilde böyle yalan yanlış kavramların veya kurguların etkisinde değildi, bu durumlar sonradan oluşturuldu. Mesela bizim diplomatlarımıza karşı suikastlar yapan Asala örgütü falan… Peşi sıra bunlar geldi. Sonra Türkiye yeniden başka bir tuzağa düşürülüyor, ulusal ve uluslararası provokasyonlar. Tabi biz bunların farkında değiliz.
O güzel günleri bu şekilde yaşadık. Şimdi bakıyorsunuz ki Paris’te mi yaşıyorum İstanbul’da mı yaşıyorum belli değil. Her şey o kadar birbirinin içine girmiş ki. Dediğim gibi, artık nostalji bitti.

Tansu SARITAYLI- Bunca yıldır Fransa’da yaşıyorsunuz. Eski yılları biliyorsunuz. Fransızlardan oluşan bir çevreniz de var. Bugün Fransızların bize bakışı nasıl?

Utku VARLIK- Evet benim eşim Fransız. Şimdi bir Türk’ü tanıyan Fransızla, tanımamış Fransız arasında fark var. Benim çevremde Türk’ü tanıyanlar var, ama öte yandan medyadan, gazetelerden Türkleri ‘tanımış’ olanlar var. Gazetelerdeki Türk tanımı, tarifi çok farklı. Eskiden karikatürlerde Türk dediğin zaman fesli, bıyıklı çizilirdi. Şunu söyleyeyim, bir yerde onların bu tanımına tekrar geldik. Onu sonra anlatırım. Bir Fransız, beni tanıdıktan sonra Türk kişiliğini ve Türkiye’yi tanırsa Türkiye’ye bir özlem olur. Türkiye ve Türk, garip bir şekilde o tanımlamalardan çok farklı. Biz sanki onlara zenginliğimizi getirdik. Benim dostlarım onları yemeğe çağırdığım zaman çok heyecanlanır. Türk yemekleri yapıyorum, mezeler yapıyorum, birlikte içiyoruz, konuşuyoruz. Böyle bir daveti heyecanla beklerler. Geniş bir çevrem olunca böyle bir Türk algısı oldu. Unutmayalım ki burada Türklerin içinde entelektüel kimseler vardı. Mesela Münevver Andaç burada yaşıyordu. Aklınıza kim gelirse… Bu arada çok terzi vardı. Türk denince terziler akla gelirdi. Ama o Türk düşünen epey kültürlü ve burada tanınmış, bu iki ülke ve iki kültür arasında köprüyü çok iyi şekilde yine kuran, destekleyen, bilgili, entelektüel tavır o zaman çok önemliydi.

Nazım Hikmet güçlü bir bağdı

Bizi en iyi şekilde tanıtan ve Fransa ile Türkiye’yi bağlayan en önemli şey Nazım Hikmet’ti. Nazım Hikmet’in ismi her zaman burada büyük bir ümitti. Fakat şimdi biraz bu bağdan uzaklaşıyoruz. Çünkü pek kimse şiir okumuyor. Yani insanları birbirine bağlayan en önemli şey kültürdür. Kültür olmadığı zaman görüyoruz ki zıt kutuplar kuvvetlenir. Kültür ve bilgi insanları birbirine çeker. Sanat da öyledir. Biz bir sanatçıya mesela “Çekoslovakyalı mısınız efendim” demezdik. Ona ressam olarak yaklaşırdık. Yıllar sonra bugün geldiğimiz noktada üzüleceğimiz tek şey bu bilginin, sanatın, kültürel zenginliğin arka planda kalması, Fransa’da Türkler ‘kebapçı’ olarak tanınması. Çok yazık.

İftiralara kim karşı koyacak

Türkiye hakkında konuşacak olursak, mesela radyo France inter diye bir takım programlar var. Ancak mutfak üzerine olsun herhangi bir şey üzerine olsun bir ‘Türk imajı’ yok. Geçenlerde bir konu için telefon etmek istemiştim. Mesela dinlediğimiz bir şeyde eğer Türkiye’ye hakaret ediliyorsa buna cevap verme görevi benim değil. Böyle bir durum beni üzüyor ama bizim buradaki politik insanlarımız, iş adamlarımız, diplomatlarımız ve kurumlarda çalışanların sorunu olması lazım. Mesela adamlar konu dünya mutfağı derken her şeyi saydılar, Filistin’i dahi saydılar, Türk mutfağı yok. Üzülecek bir olay. Yani ben telefon etsem onlara ulaşamam. Fakat bir büyükelçi olsam o radyoya giderdim. Mesela onların kapısına giderim, giremezsem camlarını kırardım. Anlatabiliyor muyum? Çok defa olmuştur. Programda provokasyon var. Programda üç kişi konuşuyor, iki Ermeni bir Fransız. Niye Türk yok? Telefon açtım, büyükelçiye söyledim. Burada niye Türk yok, siz ne yapıyorsunuz dedim. Sizin burada olmanız lazım.

Biz Osmanlı İmparatorluğu değiliz

Eskiden umutlarımız, dünya çapında barış umutlarımız vardı. Fakat hiçbir şey istediğimiz gibi gitmiyor. Dünya daha kötü, iklim daha kötü, kavgalar, sataşmalar, savaşlar… İnsanlar daha beter durumda, çünkü hiçbir şeyi unutmuyoruz. Fransa’da şunu söylüyoruz: Eskiden bir Osmanlı İmparatorluğu vardı, artık yok. Biz Osmanlı İmparatorluğu değiliz. Bugün Türkiye bir Cumhuriyet. Bunları anlatmak zorunda kalıyoruz. Benim özlediğim, yaşadığım Fransa o ‘bilge Fransa’ o kültürlü Fransa yok olup gidiyor. Bu yok oluş onların meselesi diyorum ama benim de meselem, çünkü ben de burada yaşıyorum. Ayrıca ülkelerin politik ilişkileri var. Ülkelerin sosyolojik ve politik ilişkileri düştüğü zaman bunlar gelip bana dayanıyor. Bir yerde yaşantıma dokunuyor.

İnsanlar belasını arıyor

Ben hiçbir zaman politikaya soyunmadım. Türkiye’de 60’lı yıllarda ihtilal sonrası bahar havası, barış ortamı olmuştu. Fakat onu devam ettiremedik. Dünyada harpler oluyor üzülüyoruz, savaş bitiyor seviniyoruz. Fakat insanın yapısında var, belasını arıyor. Fransa da böyle büyük bir düşüş içinde. Şimdi büyük göçler yaşanıyor.Eskiden diğer ülkelerdeki insanlar çalışmak için gelirdi buraya. Bugün Fransa’nın en büyük sorunu burada yaşayan Mağrip ülkelerinden gelen göçmenler. Mağripler Fransızları kendi ülkelerinden attı. Yeni bir Cezayir olarak buraya yerleştiler. Buraya yerleştikten sonra bir insanın kabuk değiştirmesi gerekiyor. Doğada kabuk değiştiriyorsun bir şey oluyorsun, yeni bir insan, yeni bir bitki… Fakat bu öyle bir yere geldik ki aslında insan tek başına.

Buraya gelen, Avrupa’ya gelen bütün Türkler o büyük fabrikalarda güç işlerde yıllarca çalışmasına rağmen, hatta vatandaşlık almasına rağmen bir sorunu oluyor. İlk sorun burada bir cami yapmak, hatta mega cami yaptırmak. Şimdi sen burada paranı kazanmışsın, güzel bir şekilde yaşamışsın, burada bu uygarlıkta yaşamaya devam edeceksin, kafanda hep bir cami imajı olacak. Sanki cami yokmuş gibi bir şey, yani Türkiye’de cami yokmuş gibi.
Şimdi insanlar rahatsız. Rahatsızlığı kendini hiçbir zaman tanımlayamamak. Başka bir imajda yaşayan insanlar, şu anda bunlar çoğunlukta. Entelektüellerin sayısı ve bilgi azalıyor.

Kendimizi ayrık otu gibi hissediyoruz

Tanrıya bağlı olarak ölüm kavramı, korkusu oluşuyor. Şimdi bu Müslümanların varoluşu, yani burada çalışan varoluşu bir şekilde kullanılıyor. Kendi komplekslerini giderici bir şey.Ben Fransa’da yaşıyorum ama Fransızların bana saygı göstermesi lazım. Çünkü başka bir dine inanıyorum. Biz burada kendimizi bir ayrık otu gibi hissediyoruz. Gelip yaşadığımız yerleri kendimize benzetmeye çalışıyoruz. Paris’te olsun, banliyölerde olsun, Marsilya’da, Lyon’da dahi yaşadıkları kenti kendilerine benzetme çabası, kurgusu beni rahatsız ediyor. Ben dedim ki burası İstanbul gibi oldu. Adam geliyor Orta Anadolu’dan veya mesela Karadeniz’den benzeri bir durumu yaşamaya çalışıyor. Bakın Fransa’da, Brintanya’dan gelenler Paris’i değiştiremezler. Asırlardır gelirler. Montparnas gelirler, o Montparnas giderek Paris’te bazı mahalleleri kendi geldikleri ülkelere benzetmeye başladı. Mesela Denfert-Rochereau falan oralara çıkarsanız, başka bir şey var orada. Mesela Cezayir demişsiniz, başka bir şey demişsiniz. Orası öyle olmuş. Peki nedir bu. İnsan bir yerde rahatsız, varoluşundan rahatsız.

Buraya neden geldiklerini unuttular

Sen göç ettiğin yerden, kaçtığın yerden geldin. Buraya neden geldin? Burayı da oraya mı çevirmek istiyorsun? Sonra ne olacak? Bütün bunlar etraflıca düşünülmüyor. Çünkü Avrupa naif bir topluluk. Gördüğüm bir fotoğrafı anlatayım. Kopenhag’da meşhur büyük meydanda binlerce kişi namaz kılıyor. Bunu gördükten sonra Londra’da şeriat üzerine yürüyüş yapılıyor. Onu gördükten sonra bunu da gördük. Öyle olunca insanlar insanları hiçbir zaman düzeltemeyecek dedim.

İnsan niye rasist olur?

Almanya’da çok sergi yaptım. Hamburg’da her yerde sergi yapmışımdır. Orada tanıdığım Almanlarla şu konuyu tartıştık: İnsan niye rasist (ırkçı) olur? Biz siyahi, Afrikalı olsak derini değiştiremezsin ama Türklere bakıyorum, kahveleri izliyorum, yoldan geçenlere bakıyorum, adam Türkiye’den poturla gelmiş poturla dolaşıyor, ülkeye de poturla dönecek. Kardeşim, canım sen buraya niye gelmiştin. Üstelik sen buranın yemeklerini yemiyorsun. Çünkü içinde domuz eti var.
Sen git süpermarketten bir gömlek al, kirli sakalını kes, tıraşını ol, güzel bir pantolon al. Seni kimse dışlamaz. Türk olarak bizim avantajımız bu, kendini değiştirebilirsin.

Tansu SARITAYLI- Türkiye’ye gidip geliyorsunuz. Orada size nasıl bakıyorlar? Geçmiş yıllarla şimdikinin arasında ne fark görüyorsunuz?

Utku VARLIK- Bakın bu güzel bir soru ama bugüne göre biraz eskiyi çağrıştırıyor. Bugün hiçbir şey hiç kimseyi şaşırtmaz. Eskiden bir taksi kullandığımızda şoförü, nerede yaşadığınızı sorardı. Fransa deyince şaşırırdı, heyecanlanırdı. Fransa onun için bir düştü. Fransa onun için başka bir imajdı. Fakat bugün hiç kimseyi öyle heyecanlandıramaz. Bugün kimse daha fazlasını sormaz. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki internet var elimizde mobil telefonlar var, iletişim çağı, her şeyi görebilmek, filminden müziğine kadar her şeye erişebilmek… Bir bütün olarak düşündüğümüzde korkunç bir çağ yaşıyoruz. Bu çağda artık şaşırma yok.

Bugün bir sanatçı, bir şair kimseyi şaşırtamıyor. Bugün bir balinanın başı ağrıyorsa yine senin ekranına, telefonuna geliyor. Peki hiç ilgisi var mı yani nasıl bir imkan. Bizim gençliğimizde Vietnam Savaşı vardı. Fransızlar da Vietnam’da savaşıyordu. O zaman Gökşin Sipahioğlu, Hürriyet’in muhabiri olarak bölgedeydi. O zaman tabi Gökşin ‘Grand Röportör’ büyük gazeteci. Uzaklara giden arkadaşımız Gökşin Sipahioğlu bildiriyordu. Olan olmuş haber bize 15 gün sonra gelirdi savaş bölgesinden. Şimdi her şey aktüel, anında ekranınızda. Bugün Rusya-Ukrayna Savaşı’nı sanki cephede izliyormuş gibi direkt elinizdeki cihazdan izleyebiliyorsunuz. İmaj, görüntü anında size geliyor. İnsanlar bunları anında izliyor.

Bir gezegen ismi bile bilmiyorlar

Öte yandan benim memleketimde insanlara Güneş sistemindeki gezegenleri sayın diyorlar, garip cevaplar var. “Ben nereden bileyim sanki orada mı oturuyoruz” diyen çıkıyor. Bir tane gezegen ismi söyle bari, ayıp yani. Toplumun bu durumu beni çok şaşırtıyor. Eskiden komedi filmleri vardı gülerdik. Fakat beni hiç kimse güldüremez. Yalnız ufak Tiktok videoları çıktı. Onlar bir yerden yakalıyor insanı. İnsanın varoluşunu en güzel şekilde belli ediyor.
Kısaca iletişim çağında komünikasyon çok acayip bir noktaya ulaştı. İnsanlar bütün mesajları alabiliyor. Eskiden resme şaşırarak bakarlardı. Yaptığım sergilere yine şaşırıyorlar, benim resmim ötekilerden daha değişik. Başka bir duygu alanı başka bir hayal bahçesi sunduğum için belki. Şimdi galeriler için çok az resim yapıyorum ama dünyaya Instagram denilen o teknolojik olanakla sunuyorum. Ben resmimi oraya yüklediğim saniyede dünyanın öbür ucundakilerin görme ulaşma imkanı var. O imajı gördükten sonra bana aynı şekilde aynı hızla ulaştılar. Çok ilginç, anlatabiliyor muyum? Beni şaşırtan bu. Büyük ve korkunç bir çağda yaşıyoruz. Metroda herkes sürekli elindeki telefona bakıyor. Eskiden kitap okurduk. Şimdi yine kitap basılıyor ama aynı şekilde hızlı bir sığlaşma var, kültürel sığlaşma. Bugün aldığımız olağanüstü cihazlar, fotoğraf makinaları altı ay sonra değişiyor. Değiştiği zaman sen de değiştirmek istiyorsun. Çok hızlı ilerleyen korkunç bir çağ.

Milyar ışık yılı ne demek düşünebiliyor musunuz?

Onun dışında tamamen onun karşı karşıtı ölüme dair, dine dair, tapınmaya dair şeyler etkin vaziyette. Bugün bir dijital fotoğrafa bakıyorsun, galaksileri gösteriyor. 13 milyar ışık yılı uzaktaki galaksiyi işaret ediyor. Fakat 13 milyar ışık yılını zihninde kavrayabilen çok az adam var. Aslında insanlar onu bir kavrasa, ben neyim, ben kimim sorusunu soracak. Sen hiçbir şeysin. Evrende bir toz tanesi bile değilsin. Sonra kendi kendine bir takım kurgular yapıyorsun. Ölürsem ne olur, ölürsem hiçbir şey olmaz. İşte onu diyorum. Sanat, sanat, sanat. Eğer sanatı biraz gören bir kişi olsa o başka bir öğretici olacak. Sanat başka bir duygu. İletişimi, kurgusu, onu yapan başka bir şey. Oraya nasıl varacaksınız. Oraya varmak yine kültür, yine okumak, yine bakmak, yine görmek. Bütün bunlar birleşim. Fakat toplumlara ‘okuyun’ diyen çok az. Politik açıdan bizi yöneten bir lider oluyor, o lider çıkıp diyecek ki “Hadi sizden rica ediyorum, okuyun. Herkese kitap sunuyorum, size bilgi sunuyorum. Ondan sonra dil öğreneceksiniz. Haydi” dese… Böyle bir şey gördünüz mü? Hiçbir yerde görmedim. Bu ortamı bu şartları düşününce bugünün insanını ben çözemiyorum.

O insan mesela Johan Sebastian Bach’ın müziğini dinlediğiniz zaman Bach bir insandır dersiniz, resmine baktığınız zaman bu nasıl bir adamdı. ??????İnsan olmak bir ayrıcalıktır. İşte bu ayrıcalık içinde beni şaşırtan adamlar, beni şaşırtan benim insanım. Başka söyleyecek hiçbir şey yok.??????

Her şey düş gibi

Bir yerden sonra her şey bir düş gibi. Acaba evren, beynimizin bir sanrı bahçesi mi? Bunları beyin düşünüyor, o çözüyor. Evrende milyarlarca ışık yılı denilen şey çok korkunç bir büyüklüğü ifade ediyor. Milyar yılda ışık nereye gidiyor biliyor musunuz? Nereye kadar gittiğini bilmiyoruz. Aynı şekilde beynimizi de bilemiyoruz. Çok yerde soyut bir olay. Akademiden önce üniversitede analitik matematik okumuştum. Evrene matematik kavramıyla baktığımız zaman soyut bir şey. Sonra onu somutlaştırmaya başlıyoruz. Şöyle bir şey var, insanı yargılamaya zorlayan, kendisini sorumlu hissetmesine sebep olan, tek şey insanın ölüm. Ölüm bir son olduğu için. Ölüm bir kurtuluş olduğu için insanoğlu orada kendisine, varoluşuyla büyük bir denklem kuruyor. Ölüm neden var? İnsanlar ölümü bir ağacın, bir kedinin veya bir kelebeğin öldüğünü düşünerek kendisine uygulamıyor. Değil mi, onu kendisine düşünmüyor.

Adamlar andan habersiz yaşıyor

Şimdi bütün bunlar bizi birtakım sorulara götürüyor. Sorular birtakım kitaplara yazılmış, onlar sosyolojik kitaplar. Sosyolojik kitap diyor ki domuz eti yemeyeceksin. O zamanlar sıcak ülkede et bozuluyor. Bugünkü frigo (soğutma) imkanları yok, et bilmem ne oluyor. Şunu yemeyeceksin, şunu içmeyeceksin. Birtakım kanunlar. Kimse kalkıp da demiyor ki bunlar sosyolojik kanunlar. İnsanı doğru yola sapmadan götüren sosyolojik şeyler. Bugün biz buna nasıl inanıyoruz. Yani biz hala nasıl öyle düşünüyoruz. Adam eski sosyolojik kanunları dert ediyor, şimdi içinde bulunduğu çağın, yerin kanunlarını bilmiyor. Büyük bir balonun içinde var olmuşlar, andan habersiz yaşıyorlar. Bugün resim yapan bir ressam kendi sorularını, algısını, düşünü resimleyen sanatçı. Öteki adamlar resim yapmıyor fakat onun düşünü çizmeye çalışıyor kafasında. Bütün bunları ele aldığımızda şöyle bir yere geliyoruz: Biz öyle bir Tanrı dünyasında yaşıyoruz ki bu şanlı dünyanın ya farkındayız ya da farkında olmak istemiyoruz. Evet, farkında olmak istemiyor.

Tanrı isimli sergisi Covid’e denk geldi

Benim son yaptığım sergilerde, İstanbul’da konsept olarak yaptığımız galeride serginin ismi ‘Tanrı’ydı. Sergi 10 Mart 2020’de açıldı. Bir hafta sonra da Covid-19 salgını başladı, sergi kapandı. İstanbul’dan zor geldik. Uçaklar sefer yapmıyordu. Dedim ki ya kardeşim sen o kadar düşün taşın serginin adını Tanrı koy. O Tanrı geldi bütün dünyayı saptırdı. Müthiş bir şey işte. İnanın bana ben onu düşündüm. Bir mahalle, bir şehir değil dünyanın tamamı iki yıl kapalı yaşadık. Ben diyorum ki eğer şaşırmak varsa bundan daha iyi şaşırma olamaz.

Tansu SARITAYLI- Evet Utku bey, ilginç ve derin şeyler anlattınız. Teşekkür ediyorum. Başka ekleyeceğiniz varsa devam edin.

Utku VARLIK- Başka yok. Şansımız var derler. Ülkemiz güzel. En güzel toprağa, coğrafyaya oturmuşuz, bereketli topraklar. Üstüne en güzel denizlere açılmışız. Fakat bu güzel ülkemiz her tarafıyla değişken. Bu güzel ülkemiz sıra dışı varoluşuyla, insanıyla büyük bir sapma içinde. Eskiden bir gücümüz vardı, umutlarımız vardı. Eski yılları düşünüyorum, benim babam edebiyat öğretmeniydi, Halkevleri Genel Müdürüydü. Söyleyeceğim tek bir şey var, bunu herkesin bilmesi lazım, bu ülke bizim. Ama ileriye dönük umut beslemek çok güç. Dünyayı çeviren büyük bir kaos var. Büyük ve küçük kaoslar mevcut. Bir de ülkemize, bize özgü bir imaj var. Ama yine de burada bitti demek değil. İnsan bir şekilde bir yerde kendini yeniliyor. Fakat doğayı yok edersen, denizleri kirletirsen, o plajları otel yapıp doldurursan ileriye dönük bir umut olmaz. Biz umudu besleyelim. Ama bugün yapsak çok iyi olur. Şimdi giriyoruz, bu bahçeyi temizleyeceğiz diyelim.

Kategori Tag

Yorumunuzu Ekleyin

E-mail adresiniz yayınlanmayacak.

79 + = 85